Birkaç yıl önce bir olaya tanık oldum, adam kumarda kaybetmiş, kucağında televizyon gidiyor. Arkasında bir kadın ‘Götürme televizyonu’ diyordu.
Yazar Ahmet Ümit 20 yıldır İstanbul Beyoğlu’nda yaşıyor. Romanlarına ise genelde bu şehri ve ilçeyi konu ediyor. Ünlü bir karakteri var: Başkomiser Nevzat. Hayranları onu gerçekten özlüyor ve yeni hikayelerini merakla bekliyor. Özlem bitti. Ümit’in yeni çıkan romanı Beyoğlu’nun En Güzel Abisi’nde Nevzat yine başrolde. 6-7 Eylül olayları sonrasındaki Tarlabaşı, orada gizli kapaklı işletilen kumarhaneler, güç odakları, eski binalar üzerindeki rant kavgası ise romanın konusu.
Ahmet Ümit, ‘Başkomiser Nevzat’ karakterini ilk kez 1998’de Yeni Yüzyıl gazetesi için yazdığı polisiye hikayelerden doğduğunu söylüyor: “Karakter çok sevilince Uğur Yücel, Karanlıkta Koşanlar adlı diziyi yaptı, sonra ise Şeytan Ayrıntıda Gizlidir dizisi geldi. Sonra Kavim romanında Başkomiser Nevzat’ı yazdım. 12 Eylül’den önce öldürülen Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul ve Yavuz Turgul’un Muhsin Bey adlı karakterinden etkilenerek karakteri oluşturdu. Eski İstanbullu, bir suç bilgesi, katili yakaladığında bile mahsun bir adam.”
Ahmet Ümit ile Beyoğlu’nun En Güzel Abisi’ni konuştuk...
-Romanınız Yeşilçam filmlerini anımsatıyor. Bunu bilerek mi yaptınız?
İstediğim tam da buydu. Aslında bu konuyu uzun bir hikaye yapmak istiyordum, roman olarak yazmayı düşünmüyordum. Selim İleri ile sohbet ederken ‘Ahmet tezgahta bir şey var mı?’ diye sorunca hikayeyi anlattım. Çok ilgisini çekti, ağlamaya başladı, ‘Bunu roman yap’ dedi. Roman şeklinde üzerinde çalışmaya başladım.
-Yeni romanınızda karlı bir gecede Beyoğlu Tarlabaşı’nda işlenen bir cinayet var. Manzara kasvetli...
Evet, Tarlabaşı’nda kasvetli bir hava var. Çünkü oraya bir hüzün hakim. Gerçek sahiplerinin bırakıp gittiği evler orada. Aynı şeyi Fethiye Kayaköy’de hissederim. Tabii Yunanistan’a gittiğimde eskiden Türk köylerinde de. Acı bir şeydir. Mesela 6-7 Eylül olayları olmasaydı, Tarlabaşı’nda bugün nasıl bir kültür olacaktı? Tarlabaşı, ırkçı politikanın somut bir örneğidir, romanıma konu olmasının nedeni budur. Asıl mesele ötekine, bizimle aynı kültüre sahip olmayanlara duyulan düşmanlık... Düşünün Paris ya da Londra’da şehir merkezinde böyle bir yer yok! İstanbul’da var, çünkü ırkçı politikalar gütmüşüz. Bizimle aynı din ve kültürden olmadıkları için. Aslında hepimiz Osmanlı’dan, dolayısıyla aynı kültürden geliyoruz. Osmanlı döneminde komşular arasında bir sıkıntı yoktu.
-Romanda bir komiser var, Rumların komşusu. Çok iyi anlaşıyorlar ancak 6-7 Eylül olayları sırasında Rum komşularına yardım etmiyor. Bu gerçek mi?
Tamamen gerçek. O komiser hatta ‘Bugün ben polis değil, Türküm’ demiş. Böyle bir şey olur mu? Sen polissin, benden kesilen vergiler kadar Rum, Kürt ve Ermeni vatandaşlardan kesilen vergilerle burdasın. Koruman gereken şey yasalar. Irkçılığın ulaştığı boyuta bakın! Korkunç bir şey.
-Tarlabaşı’nda rant kavgasına değinmişsiniz, olaylar da kumarhane önünde bir cinayetle başlıyor. Tarlabaşı’nda hakikaten kumarhane var mı?
Var. Gözümle gördüm. Birkaç yıl önce de bir olaya tanık oldum: Adam kumarda kaybetmiş, kucağında televizyonla gidiyordu. Arkasından zavallı bir kadın ve annesinin eteğini tutmuş bir çocuk ‘Götürme televizyonumuzu’ diyordu. Kumar oynamak yasak ama bir şekilde devam ediyor. Orada acımasız bir yaşam var. Rumlar gittikten sonra o evler öyle bir hale geldi ki dökülüyor.
-Peki romandaki Barbut İhsan ve Kara Nizam gibi güç odakları var mı?
Onlar da var. Birkaç yıl önce inanılmaz azıtmışlardı. Birbirleriyle çatışıyor, kavga ediyorlardı. Biraz azaldı ama hala devam ediyor. Özellikle otopark konusunda çok büyük kavga vardı. Otoparkları şimdi belediye aldı. O evlerin çoğunun sahibi yurtdışına gitmiş ve evler sahipsiz. Sonra bu insanlar gelmiş. Bunu fark eden uyanıklar ki aralarında mafya babası da var, el koyuyorlar. Çünkü çok değerlenecek burası.
İSTANBUL’U SÖMÜRMÜYORUM
-Bunları söylüyorsunuz ama korkmuyor musunuz?
Niye korkayım, herkes biliyor. Bilmeyen yok ki... Rant kavgası halen devam ediyor.
-Sonuçta bilen herkes dile getirmiyor.
Ama birinin söylemesi lazım. Bir yerde ‘Yeter’ dememiz lazım. Şehre bakın, şehir ölüyor. Geçenlerde bir araştırma okudum, Paris ve İstanbul’daki emlak değerlendirilmiş. Paris’teki emlak fiyatları üç, İstanbul’daki bir. Çünkü Paris’teki şehrine bakmış, binalarını korumuş. Burada ise kaotik bir şehir var. Modernleşme, modernleşme deniyor, o modernleşmenin Allah belasını versin! Dünyada 8 bin yıllık kaç şehir var? Bedrettin Dalan döneminde Tarlabaşı’ndaki yol açılırken ne binalar gitti... Yol yaptıkça, ev yaptıkça buraya insan geliyor. Nüfus 15-20 milyon oldu. Köylerde kim yaşayacak?
-Anlattığınız hikayeler ağırlıklı İstanbul ve Beyoğlu’nda geçiyor. Bu durum eleştiriliyor ‘Sanki memlekette başka yer yok, burayı sömürüyor’ deniliyor.
İstanbul’u anlatıyorum çünkü burada yaşıyorum. Sömürmek ne kelime, ben şehre sahip çıkıyor, farkındalık yaratıyorum. İnsanlar benim kitaplarımı okuduktan sonra farkına varıyorlar. Eleştiriyi kabul ederim ama sömürüyor demek haksızlık olur.
-Romanda siz de varsınız, polisiye yazarısınız ama Başkomiser Nevzat sizi hiç sevmiyor.
Siz sever misiniz her şeyi bilen bir adamı? Ben olsam ben de sevmem.
-Niye kendinizi böyle bir karaktere büründürdünüz. Son derece sevimsiz.
Ayıp olmaz mı, sevimli ve kendini öven bir yazar? Başkomiser Nevzat’ın gözüyle Ahmet Ümit’i gördüm.
KİTAPLARIM YILDA 400-500 BİN SATIYOR
-Romanlarınızı edebi olmadığı yönünde eleştiren çok okur var.
Bir okur bir kitabı okuduğunda o kitap artık onundur, istediği her şeyi söyleyebilir.
-Üzüyor mu sizi bu yorumlar?
Hiç üzmez.
-Sizin için bazıları da ‘Türkiye’nin bir numaralı polisiye yazarı’ diyor. Böyle olduğunuzu düşünüyor musunuz?
Düşünmüyorum. Bu tür tanımlamalar ve böyle bir kabul var. Beni yazarlıkla ilgili ilgilendiren kısmını söyleyeyim: Bugün roman yazıyorum, büyük oranda alkış alıyorum. Kitaplarıma inanılmaz bir ilgi var. Yazdıklarım karşılığında hayatımı sürdürüyorum. İlk romanımda çok satmadım, 2003’te Beyoğlu Rapsodisi ile başladım. 1982’de ilk hikayemi yazdım, tam 21 yıl sonra birdenbire 50 bin kişi okumaya başladı. Şu an bütün kitaplarımın satışı yılda 400-500 bin. İyi bir edebiyatçı mıyım? Bu sorunun yanıtını vermek için benim ölmem ve aradan 100 yıl geçmesi lazım. 100 yıl sonra eserlerim okunuyor ise ben iyi bir edebiyatçı olurum.
POLİSLER ARASINDA ÇOK OKUNUYORUM
-Başkomiser Nevzat ile Ahmet Ümit birbirine ne kadar benziyor?
Çok benziyor. Görmek istediğim ideal polis tipini Nevzat’ta yaratıyorum. Vicdanı ve merhameti olan, sadece yasaları uygulamakla yetinmeyen, katilin bile hikayesini anlamaya çalışan biri. Belki de emniyet teşkilatına bir öneride bulunuyorum, böyle olmak lazım. Polisler böyle olsa çok daha iyi bir yer olur ülkemiz.
-Polisler sizi seviyor mu?
Sevenler var ama sevmeyenler de vardır. Polisler arasında çok okunuyorum. Ben emniyet müdürü olsam bütün polisiye yazarlarını polislere okuturum ki romandaki polislerle kendilerini kıyaslayabilsinler. Ayrıca polisler her gün hakiki cinayetlerle ve onlarca vakayla uğraşıyorlar. Benim yaptığım kurmaca, sadece farklı bir bakış açısı sunmak olabilir ki yaptığım şey ilginç bir cinayeti okura göstermek, ‘katil kim’ sorusu etrafında bir şey kurmak değil. Anlatmak istediğim toplumsal bir mesele.
-Zaten sizin polisiye romanlarınızla ilgili en büyük eleştiri, okurun katilin kim olduğunu hemen anlaması.
Bu benim için önemli değil, böyle bir yarışma yapmıyorum. Önemli olan katilin kim olduğunu anlatmaktan çok, katilin hikayesini yazmak. Katil ortaya çıktı ama katili var eden koşulları değiştirdik mi? ‘Katil kim?’ sorusu polisiyenin ilk döneminde kalmış bir şeydir. Agatha Christie romanlarını okurken üzülmeyiz çünkü başkahraman Hercule Poirot ruhsuzdur. Matematik ve mantıkla ilerler. Sekiz zanlı var, bunlardan hangisi zanlı olabilir diye mantıksal bağlamlar kurar. Bana göre bu polisiye geride kaldı. Hep aynı şeyin bir anlamı yok. Oysa Nevzat’ın ruhu da var; cinayetlere ve kurbanlara üzülüyor.