20 Nisan 2024 Cumartesi / 12 Sevval 1445

Köklü bir kültürün emaneti ve taşıyıcısı: Ani İpekkaya

Dinleyene “Osmanlı veya büyük devlet, imparatorluk mirasçısı olmak ne demektir?” sorusunun asla hamasi olmayan, çok gerçekçi ve somut bir karşılığı olduğu hissini yaşatan bir isim usta tiyatro oyuncusu Ani İpekkaya. İçinde yetiştiği karma ve köklü kültürün, bu geleneğin hem emaneti hem o emanetin taşıyıcısı. Masal değil, abartı değil, hangi şartta yaşamış, ne ile yetişmişse, onu taşıyor, onu yaşıyor.

ZEYNEP TÜRKOĞLU22 Temmuz 2018 Pazar 07:00 - Güncelleme:
Köklü bir kültürün emaneti ve taşıyıcısı: Ani İpekkaya

Sevgili okur. Bence artık sizinle ciddi biçimde konuşmalıyız. Mesela hayatın gerçekleri hakkında olmalı bu konuşma. Evet. Hayatın gerçeklerini konuşalım. Hayırdır? Kimilerinin yüzü düştü. Gördüğü kelimelerden ürktü kimileri. “Hayatın gerçeği” daima katı, sert, soğuk, tatsız, acı, güvensiz, vs. olanı mı getiriyor akıllara? Galiba zihnimizin bu söz dizisini genellikle böyle çağrışımlarla hatırlamasının sebebi, bizi kendimize getirmek, kurduğumuz romantik düşüncelerden sıyrılmamızı sağlamak isteyen “düşünceli” insanların dost çağrıları.

“Sen fazla iyimsersin, ama hayatın gerçekleri öyle değil. Bak şimdi…!”

Veya…

“Oooo… Bu saflıkla, bugüne kadar ölmeden, yine iyi yaşamışsın. Ama hayatın gerçekleri…”

Ya da…

“Bravo! Madalya da takarlar yakında sana! Kimse sana hayatın gerçeklerinden bahsetmedi mi?”

Ve son yılların çeşitli biçim ve anlamlarda da kullanılan fenomen cümlesi;

“Hayalleeerrr… Ve hayatlar!”

Tamam da, kaç hayat tanıyor, gerçeğin tekliğine nasıl bu kadar kolay hükmediyoruz? Ya bizim hayal hatta hayalperestlik sandığımız bir şeyler birilerinin hayatıysa? Olmuşsa? Olmaya devam ediyorsa? 

Bu hafta hayatımın en güzel gerçeklerinden biri; Ani İpekkaya… 

Güzellerden bir güzel buldum. Tiyatro seyircisi adıyla sanıyla tanır; Ani İpekkaya. Sinema ve televizyon takipçileri de bilir, hem ismini hem cismini. Ama bir grup var ki, sayıları azalmakla beraber, duyunca, ses verdiği karakterlerle hatırlar, radyo günlerinin arkası yarınlarından. O berrak sesi, o yumuşak tınıyı, o vurgulu konuşmayı duyunca yabancılık çekmeniz imkânsız zaten. 

Neden Ani İpekkaya?

Çünkü mesleğinin zirvelerinde oturuyor. Tam 56 yıllık, dolu dolu bir sanat hayatı. Oyunculukta nasıl ‘olunur’un izlerini sürmek isteyenlerin önünde duran en güzel örneklerden... 

Çünkü hayat tecrübesinin her katmanını yüzünde aynı güzellik ve tebessümle anlatacak bir olgunluğu var. Sanki hiç üzülmemiş, kızmamış, zorlanmamış, gücenmemiş… Yok, hayır, bu doğru olmadı. Aslında kırgınlıkları, üzüntüleri, ciddi sağlık sınavları olmuş. Ama yaşandığı yerde bırakmış. Bugününde onların ağırlığını sırtına almıyor. Günü yaşıyor. 

Çünkü dinleyene “Osmanlı veya büyük devlet, imparatorluk mirasçısı olmak ne demektir?” sorusunun asla hamasi olmayan, çok gerçekçi ve somut bir karşılığı olduğu hissini yaşatıyor. 

Ve en önemlisi bu karma ve köklü kültürün, bu geleneğin hem emaneti hem o emanetin taşıyıcısı durumunda. Masal değil, abartı değil, hangi şartta yaşamış, ne ile yetişmişse, onu taşıyor, onu yaşıyor. 

Çünkü hiç nostaljik dertlenmeler içinde değil. “Terör zamanlarında bir kişiye de oynadık, televizyonun çıkışıyla beraber seyircimizi de kaybettiğimiz günler oldu” diyor. Tiyatronun bugünkü seyircisinden memnun. “3000 yıllık geleneği olan bir sanattır tiyatro, su yatağını bulur, hiçbir şey olmaz” derken de sanatın her devirde kendi imkân ve güncelliğini bulacağını, yaşatacağını söylüyor. 

Çünkü sadece yaşadığıyla yetinmiyor, onu aktarma konusunda da kararlı. Bir buçuk yıl sonrasına tarih verdiği bir kitabın içinde yüzüyor bu aralar. İçinde doğduğu ve büyüdüğü Bakırköy’den bugüne uzanacak bir hikâye. Hem mesleki hem sosyal ve kültürel hayatın çok rengi olacak içinde; belli. Mesela iyi bir aşçı olduğunu söylediği annesinin zengin mutfağı bile olacak kitapta. Dört gözle bekliyorum. 

Tabii işime gelmeyen bazı şeyler de oldu söyleşi sırasında. Mesela kişileri kötülemiyor, isim vermiyor, rahat rahat bir dedikodu yapılamıyor. Bunlar hoş değil! Biraz da magazin istiyor insanın canı! Ama yok!  Geçenlerde bir ödül töreninde sahneye davet edilen kadın oyuncunun tiradını dinlemiş, “olmadı” diyor. Kim olduğunu söylemiyor. Sadece “Keşke daha dikkatli olsalar, geride kim nasıl yapmış bir baksalar” diyor, burada kesiyor.

Çünkü olumlu şeylerden bahsederken sesi gür ve şen. Tatsız bir şeylerden söz edecekse, o cıvıl cıvıl ses koyulaşıyor, kelimeler azalıyor, hızla o istasyon geçiliyor. Böyle bir görgü, böyle bir terbiye… Ders almış olmayı diliyorum. 

Kaç yılı geride bıraktınız meslek hayatınızda?

1962 yılında konservatuvarı bitirdikten sonra sürekli çalışmaya başladım. Üç buçuk sene öncesine kadar devam ettim. Ancak 2003 yılında Şehir Tiyatroları’ndan ayrıldım. Henüz emeklilik yıllarımı tam anlamıyla tamamlamamıştım. Ama bazı nedenlerle ayrılmayı tercih ettim. Fakat ondan sonra uzun ve biraz da ciddi bir rahatsızlık süreci geçirdim. Atlattıktan sonra tekrar çalışmaya başladım. Üç buçuk sene öncesine kadar da sürekli çalıştım. Yani birikim bir insana gerçekten çok şey sağlıyor. Onlardan istifadeniz fazla oluyor. Eğer işinize devam edecekseniz, o anıları unutmamak da lazım ama anılar da biraz uçabiliyor insandan. Fakat benim galiba biraz şansım var. Şimdi onları toparlamaya çalışıyorum. Olmadık şeyleri hatırlıyorum ve Allah’ıma şükrediyorum. 

Toparlamaya çalışmaktan yazmayı mı kast ediyorsunuz?

Evet. Her şeyden önce biraz karışık bir aileden geldiğim için karışık kültürlerden yoğrulmuşum. Onların ev âdetleri, bayramları, yemekleri, aile ilişkileri…–sır vereyim bari size- doğduğum köy; Bakırköy’den başlıyorum. Yaşım epey ileri olduğu için, çocukluğumun anılarıyla başladım. Nasıl bir mahallemiz, çarşımız vardı, orada esnafımız nasıldı? Tabii şimdiki gibi marketler yoktu. Bakkal, kasap, ciğerci, bu gibi şeyler. O insanların tam anlamıyla portrelerini çıkarabildim. Çünkü çocukluktan size mâl olmuş anılar gerçekten silinmiyor. O insanları yüzleriyle resmedebildim, sattıkları malları yazdım. Sonra tabii ailem, okul ve bugüne gelişime kadar… Ama tabii herhalde tamamlanması bir buçuk yılı geçecek. Çünkü kupürler var, dokumanlar, resimler var. Eh, insan bir şeyi kanıtlamak zorunda, hayalinizden yazamazsınız. Ben de o konuda biraz titizim. 

Karışık aile ve kültürle yoğrulmak diye bahsettiğiniz şey nedir?

Biliyorsunuz, İstanbul kozmopolit bir şehir. Vaktiyle daha da fazla öyleydi tabii. Annem Rum, babası Arnavutluk’tan gelmiş. Babam Ermeni, babası Van’dan gelmiş. Ama hepimiz buralarda doğmuşuz, büyümüşüz. İstanbul’un, Türkiye’nin kültürüne hâkimiz Allah’a şükür. Tabii çeşitliliğe ekleyeceğimiz başka unsurlar da var. Anneannemin de kökeni Rus mesela. Anneannemin babası Kapadokyalı. Gitmiş Rusya’dan bir hanım almış. Oradan da anneannem doğmuş. Bütün bu karışıklı içerisinde bizim çok dingin, çok rahat, çok düzeyli bir çocukluk yaşamımız oldu. Örneğin belki sormayacaksınız ama şunu söyleyeyim, her Ramazan’da babam iftar daveti verirdi. Tabii o zamanki davetler şöyleydi, anneme derdi “Bugün için hazırlan, pastırmalı pideler ekmek fırınından gelecek”. Annem de tabii çok mükemmel bir aşçıydı. O gece bütün komşular, kim olursa olsun, beş odalı iki büyük sofalı evimizin açık kapısından girerdi. Sofra o geniş alanda kurulurdu. Biz çocuklar “Kandiller yandı! Kandiller yandı!” diye bağrışırdık. Çok müşterek, çok zengin bir hayatımız vardı. Ayrımcılık nedir ben pek bilmedim. Dinsel anlamda söylüyorum. Herkes birbirine sevgi ve hoşgörüyle bakardı. Zaten Bakırköy öyle bir yerdi. İnsanlar insana insan gözüyle bakardı. Ben öyle bir ortamda yetiştim. Çok mutluyum, hamd ediyorum ki göğsümde hâlâ insanları ayırmayan öyle bir sevgi yumağı taşıyorum. Belki de o beni yaşattı, korkunç hastalıklardan kurtardı. Bu sevgi yumağını Allah hiç kimsenin içinden eksiltmesin. Zira bir insanın karakteri ve somut olmasa da ruh dediğimiz bir şeyi var. İnsana o güzellikleri büyük Allah’ım kaybettirmesin. Çünkü insan o şekilde ayakta duruyor. İradeniz de var. Onun yanında kültürünüz gerekli. Hiçbir zaman şahsen tam insanlık iddiasında olamam ama bütün bu edinmeye çalıştığım ek şeylerle; işte, ruhtur, karakterdir, birazcık kültürdür, birazcık görgüdür, en büyüğü de sevgi, insanı ayakta tutuyor. Bence sanat da böyle bir şey. Ben bütün gençlere sanatın herhangi bir dalına mutlaka eğilsinler derim. Çünkü sanat insanı doğru yönlendirir. Kötüye götürmez. 

Münir Özkul benden ders aldı

Nasıl “olunur”?

Münir Özkul korkunç bir yetenekti. Allah vergisi. Onunla beraber üç sene oynadım, sahnede hayran hayran seyrederdim. Tomas Fasulyeciyan Efendi’yi oynuyordu. Yıl 1969… Münir Özkul o zamanki eşi Suna Selen ile bana eve geldiler. Ermeni diyalektiğini, sentakslarını verdim. Benden güzel yapıyordu. Bu kadar olabilir! 

Ama Münir Özkul, Münir Özkul iken arkadaşından gelip yardım almış, ders çalışmış, öyle mi?

Ama normal. Öyle güzel Türkçe konuşan bir adam, şiveyle konuşan bir aktörü oynayacak. Tam yerinde bilmesi lazım. Birine başvuracak. Böyle “olunur”.

Annem olağanüstüydü

Hayatı seyredişinizi, onu yorumlayışınızı şekillendiren temel kişi-kişilik kimdi?

Çok tuhaf bir şey, ailemde hiç sanatçı yoktu. Ve öyle sanata da hoşgörüyle baktıklarını sanmıyorum. Öyle olsaydı, babamdan gizli iki yıl konservatuvara gidiyor olamazdım. Annem belki… Olağanüstü bir insandı. Çok mütevazı, sakin, her türlü fedakârlığa her zaman hazırdı ve yapmıştı. Hiçbir şey beklemeden hayatını sürdüren ve olursa vardır, olmazsa yoktur, Allah büyüktür diyen bir kadındı. Ondan belki de almış olduğum bir yumuşak huyluluk bende mevcuttur. Ama benim hayatımı ve taşıdığım ilkeleri, gayeleri edindiğim tek bir şahsiyet pek olmadı. 

İnsanlar tiyatrosuz yapamaz

Dönüp baktığınızda benim için önemliydi dediğiniz neler var oynadığınız oyunlardan?

Türk tiyatro tarihine ilkleri yazanlardan biri oldum. İlk defa oynanan, ilerici oyunlarda yer aldım. Kimi kabul gördü, kimine yazarlarca karşı çıkıldı. Ama önemli değil, sanat sanattır. Cesaret Ana ve Çocukları’nı Türkiye’de ilk, dünyada yedinci kadın olarak oynayan benim. Bunu da Muhsin Ertuğrul söyledi. Bu beni çok mutlu etmişti. Sonra Tunç Yalman’ın getirdiği bir oyun vardı, Sam Shepard’ın yazdığı, Aç Sınıfın Laneti diye. Shepard halen sinemada oynamaya devam eden çok da iyi bir yazardır. Amerika’yı içeriden çok iyi kritik eden bir oyundu. Pınar Kür Çevirmişti. Rahmetli Cüneyt Türel, Talat Halman’ın kızı Defne Halman, Arif Akkaya ve Erdal Özyağcılar ile beraberdik orada. Bütün bunları oynamak ve iyi eleştiriler almak da tabii ki benim sanata olan yaklaşımımı, sevgimi arttırıyor. 

Tiyatro bugünün eğlence ve kültür alışkanlıklarının karşısında ne durumda?

Bu konu hepimizin yüreğini yakmıştı bir zamanlar. Örneğin televizyon her eve girdiğinde tiyatrolar boşaldı. Ciddi biçimde seyirci azalması görülmüştü. Fakat bu atlatıldı. Şimdi insanlar televizyondan gün içinde yeteri kadar istifade ediyorlar. Sonra da tiyatroya gitmeyi tercih edebiliyorlar. Son zamanlar bence tiyatro iyi rağbet görmeye başladı. Kariyerim diye bir şey var diyorsam dönüp baktığımda çok dönemleri geçmiş olduğumu görüyorum. Altın devriyle başladık tiyatroya. Ondan sonra durağanlaştı. Bombaların atıldığı günler oldu. Fatih Tiyatrosu’na bombalar geldi bir zamanlar, terör vardı. Bir kişiye oynadığımız günler oldu. Onları da atlattık. Şimdi hamdolsun, iyi. Zaten 3 bin 4 bin yıllara dayanan bir tiyatro geleneği var dünyada. Tabii Yunan ve Latin tiyatroları yazarlarıyla bunlara çok şeyler eklemişler ve günümüze böyle gelmiş. Böyle birikim var. Dolayısıyla tiyatro son derece dirençli. Bütün bunları atlatır, gene yerine oturur. Su yerini bulur. İnsanlar tiyatrosuz yapamaz gibi geliyor bana. Hani ben tiyatrocuyum diye bir bencillik olarak söylemiyorum bunu. O kadar güzel şeyler sahneleniyor ki, onları görmek zenginlik. Gençlerimiz de tiyatro okusun. İlle de aktör olmak zorunda değiller. Yönetmen, tercüman, dramaturg, dekoratör olabilir. Pek çok dalı var tiyatronun. Açık söyleyeyim ve altını çizeyim, ben gençleri koruyan şeylerin sanat, eğitim ve spor olduğuna inanıyorum. Bunlar kötülüğü kabul etmez. İdealizme ve başarıya götürür. Dünyadaki kötü etkilerden de sizi biraz korumuş oluyor. Bütün bunların yanında insanın inancı da önemli. Ben inanca çok değer veriyorum. İnsanları ayakta tutan, içindeki sevgiyi bozmayan, kutsal bir şey inanç. Ne olursa olsun inanmak lazım. Sevmek lazım. Sevgiyi itmemek lazım. Buna inanıyorum. 

Böyle Türkçe bilmiyorum ben!

Son dönemde özellikle dizilerde, reklamlarda bazı harfler değişiyor. Mesela “ş”ler “s” oluyor. Pişik kremi reklamında kız “pisik” diyor. Sanki kedi çağırıyor. İzleyin göreceksiniz. Buna nasıl müdahale edilmiyor? Yeni bir dil mi üretiliyor acaba? Erkeklerde bu yok, genç kızlarda var. Ben şaşıyorum. Kulağa ne kadar kötü geliyor. Bu dili kötüye götürür. Müdahale eden de yok. Vallahi çok üzülüyorum. 

Tatyos Efendi sandala mı bindi faytona mı? 

Özel bir şey anlatacağım size. Bu yılın Şubat ayında Almanya’daydım. Ağabeyim Hamburg’da ve çok ağır hastalanmış. Ben de Nürnberg’de kızımdaydım. Hemen gittim. Üç gün hastanede ziyaret ettim. Ağabeyim alaturka müziği çok severdi. Babam hanende idi. Ablamın da sesi çok güzeldi. Ama bunların hiçbiri sanatçı değildi. Sadece yörenin getirdiği zevkle ilgiliydi. Ağabeyim ilk gün çok kötüydü. Çok derine de girmek istemiyorum ama… ikinci gün gayet iyiydi. Dedim ki “Bak, sana yarın buraya ekip getireceğim, güzel bir alaturka konser vereceğiz.” Hangi şarkıyı istediğini sordum, “Ne olursa” dedi. Aklıma Tatyos Efendi’nin Sakın Geç Kalma Erken Gel şarkısı geldi. Ben bunu söyleyince ağabeyim anlatmaya başladı. “Evet” dedi, “O faytonla saraya çağırıldı, karısı arkasından ‘sakın geç kalma erken gel’ deyince, Tatyos Efendi de yolda gidinceye kadar bu şarkıyı besteledi.” Bu sefer kardeşim dedi ki –hastane odasında oluyor bunlar- “Hayır, Tatyos Efendi Üsküdar’da oturuyordu, oraya faytonla gidemezdi, sandalla gidiyordu”.  Aralarında tartışıyorlar. Sonunda ‘Haydi şarkıyı şimdi söyleyelim’ dedik. Ben, erkek kardeşim ve ağabeyim o şarkıyı tamamladık. Sonra “Ağabeyciğim, yarın gelip sana konser vereceğiz ama vallahi ben lafları unutuyorum” deyince “Güfteleri yaz da gel” dedi bana. Ve o gece vefât etti… Bilemiyorum bu nasıl bir şeydir. Hani derler ya insana son günlüğünü verirmiş Rabbim, onun gibi bir şey oldu. Bütün bunları ben sanata hamlediyorum. Bir insan sanatsız yaşamamalı. Bunun için sanatçı olamaya da gerek yok. Ağabeyim de değildi, herhangi bir insandı. Sanat, eğitim ve spor gençlerimizin en çok rağbet etmesi gereken şeylerdir bence. Ben isteyerek konservatuvara gittim. Babamın haberi olmadı ilk seneler. Sonra annem onu ikna etti. Profesyonelliğe geçince Lale Oraloğlu Tiyatrosu’nda başladım. Tünel’deydi tiyatro. Babacığım gelir beni alırdı, Bakırköy’e getirirdi geceleri. Fakat hayatımdan ve halimden çok memnunum.