25 Mayıs 2025 Pazar / 28 Zilkade 1446

Medrese-i Yusufiye’de cunta karşıtı safta buluştuk

İlkokul diploması bile olmadan Arapça, Farsça ve Fransızca nasıl öğrendi? 31 yaşında lise diploması alıp Diyanet İşleri Başkanı olduğu 12 Mart sürecinde neler yaşadı? Görevden alınmasına yol açan şey neydi? 12 Eylül’de tutuklandığında, cezaevi imamı olarak aynı safta birleştirdiği MSP lideri Necmettin Erbakan, MHP lideri Alparslan Türkeş ve CHP milletvekilleriyle kıldıkları namazda ne için dua etti? Eski Diyanet İşleri Başkanı Lütfi Doğan yanıtladı.

Selim Efe Erdem30 Haziran 2013 Pazar 07:00 - Güncelleme:
Medrese-i Yusufiye’de cunta karşıtı safta buluştuk

Senegal’den bir heyet gelecekmiş. Dışişleri bizi arayarak nazikçe ‘Biz laik bir hükümetiz, siz ilgilenin’ dediler.

Türkiye Cumhuriyeti’nin 10’uncu Diyanet İşleri Başkanı Lütfi Doğan, kendi alanında sıradışı başarı örneği sergileyen isimlerden biri. Gümüşhane’de bir köylü çocuğu hafızken, ilkokul, orta ve liseyi 31 yaşında bitiren Lütfi Doğan, daha sonra İlahiyat Fakültesi’nden birincilikle diploma alarak Diyanetin ‘Reisi’ olmuş bir isim. 12 Mart sürecinde görevden alındıktan sonra Necmettin Erbakan’ın Milli Selamet Partisi’nden milletvekili olan ve 12 Eylül döneminde tutuklanan Doğan, siyaset dünyasının farklı isimlerini aynı safta birleştirebilmiş bir İslam alimi. Aralarında profesör ve müsteşarların da bulunduğu sekiz evladı bulunan Lütfi Doğan’a, bu başarı öyküsünün arkasındaki hayatı sorduk.

-Türkiye’de sayısız din adamı yetişiyor ama bir tanesi Diyanet İşleri Başkanı olabiliyor. Çocukluktan itibaren nasıl bir eğitimden geçtiniz ki bu mevkiye ulaştınız? İlk eğitim Pullu Hanım ve Fehmi Bey’den mi?

Biz Gümüşhane’nin Salyazı Köyü’nden ‘Dedezadeler’ denilen bir ailedeniz. Ben 1930 yılında dünyaya gelmişim. Babam Hacı Mehmet Fehmi Efendi’nin babası Hafız İbrahim Ethem Efendi, ilim sahibi biriymiş. Sırasıyla babamın babasından itibaren diğer dedelerim Hacı Ali Efendi, Salih Ağa ve Yakup Efendi. Babamın annesine iyi Kur’an okutması nedeniyle Fatma Hoca derlermiş. Fatma ninemin eğitimimde çok emeği vardır. İbrahim Ethem Efendi, I. Dünya Savaşı’ndaki Rus işgali nedeniyle ailesiyle Yozgat’a göçüyor ve orada vefat ediyor. Babam evlenmeden önce Cenab-ı Hak’tan ‘Ya Rabbel Alemin, eğer bana bir erkek evlat verirsen onu okutup hafız yapacağım’ demiş.  Babam 8 yaşımdayken beni köy imamı Halim Efendi’nin yanına götürdü. Kur’an okuyordum ama zayıftım. Bana bir yol gösterdi ve 150 sayfayı ezberledim, sonra derslere babamın dayısı Hafız Fevzi Efendi’yle devam ettik. Kur’an-ı hatasız okumak için 10 yaşımda Samsun’da Hafız Muhittin Efendi’den ders almaya başladım. Memlekete döndüğümde, iyi Arapça bilen Abdurrahman Efendi ve daha sonra Ankara Müftüsü Mehmet Ragıp Efendi’den ders aldım.

-Bir tekkeye bağlılığınız var mıydı?

Aile olarak bu mümkün olabilir. Köyümüze 20 km mesafede İrşadi Baba tekkesi vardı. Bayburt’ta da Dede Paşa (Nakşi şeyhi Musa Baştürk,1879-1979) hazretleri vardı. Bu iki zatı da tanıyordum, vaazlarını dinlerdim.

-Bunlar Nakşiliğin kolu olan tekkeler değil mi?

Tabii.

-Askere gitmeden önce ilkokul diplomanız yok ama Arapça, Fransızca biliyormuşsunuz?

Arapça ve Farsça’yı biliyorum, Fransızca’yı da babamdan gösterdiği kadar kavradım ama gerçek anlamda daha sonra dışarıdan ortaokul diploması sınavlarına girerken Kemah Kaymakamı’ndan öğrendim. Sene 1951. Erzurum’da askerlik yaparken bizi musiki taburuna verdiler. Bir gün Cuma Namazı’na gitmek için kumandanımız Yarbay Saim Oğuztaş’tan izin istemeye gittim. Yüzüme baktı ve ‘Beni niye götürmüyorsun?’ dedi. Camiye kumandanımızla gittiğimizde cemaat adeta bayram etti. Askerden döndüğümde, köydeki hocam Mehmet Ragıp Efendi Gümüşhane Müftüsü olmuştu ve beni Özcan Mahallesi’ne resmi imam olarak atadı. Bir taraftan da derslere devam ettik ve bana icazet verdi ve beni Ankara’ya Diyanet İşleri Başkanlığı’nın imtihanına gönderdi. Bu sırada ilkokulu dışarıdan bitirdim ve müftülük imtihanı kazanarak Kemah’a atandım. O sırada okullara din dersi konuldu ve bu dersi verecek kişilerin öncelikle ilahiyat mezunu olması ya da lise veya ortaokul diploması bulunması şartı aranıyordu. Kemah’ta ortaokul diplomasını aldığımda 31 yaşımdaydım.

-Siz çocukluktan itibaren bir İslam alimi olmak için yetiştirildiniz...

Gaye o. Bize şu söylenirdi: Ne kadar okusanız da ilmin sonu yoktur. Bu milletin ilim adamına sevgisini biliyorsunuz. Hakikaten öyleydi, arkadaşlar arasında bile bu yakın ilgiyi fark ediyorsunuz.

-Hafızken müftü oldunuz ama ilahiyat ve diyanet yılları nasıl başladı?

Ben Erzincan müftülüğüne atanırken, Diyanet İşleri Reisi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Ortaçağ İslam Profesörü Adnan Erziğ oldu. Müftülük atamam öncesinde beni test etmek için bir Arapça kitaptan gösterdiği sayfaları bana okutmuş ve dinledikten sonra ‘Erzincan’a gidiyorsunuz ama burada ilahiyat üniversitesi olduğunu da unutmayın lütfen’ demişti. Liseyi bitirip ilahiyata kaydımı yaptırırken, o da Diyanetten sorumlu devlet bakanı olmuştu. Yanına gittiğimde, beni bir saat içinde Ankara Müftü Yardımcılığı kadrosuna atadı. Sabahtan öğleye kadar ilahiyat fakültesinde derslere giriyor, öğleden akşama kadar da müftülükte o gün için bana ayrılan işleri yapıyordum. Ankara vaizliği ve Almanya görevleri sonrasında Diyanet İşleri Yüksek Kurulu Müfettişliği’ne seçildim.

-12 Mart sürecine giden yıllar değil mi?

12 Mart’a daha gelmeden, 27 Mayıs ile 12 Mart arası. Diyanet İşleri Reisi İbrahim Bedrettin Elmalı Efendi’yi emekli edip Ali Rıza Hakses’i Reis yaptılar. ‘Hayırlı olsun’ demeye gittiğimde ‘Lütfi Bey sizi Reis muavini alıyorum’ dedi. Allah biliyor ya, ‘Aman efendim, ben bu işe ehil değilim. Siz buraya en ehil olanı inşallah bulursunuz’ diye yanıt verdim. Bana düşünmem için iki gün süre verdi. Bir ağabeyimiz ‘Bu Allah’ın bir nimetidir ve Allah’ın verdiği hediye geri çevrilmez’ deyince kabul ettim. Tabii sonra zor durumlar oldu. Devlet Bakanları, Diyanet İşleri Reisleri zaman zaman değişiyordu. Beni getiren bakan Refet Sezgin Bey idi. Başbakan Süleyman Demirel Bey de çok yakın ili gösterdi. Ali Rıza Efendi önce izne çıkarıldı, sonra vekaleten beni Reis atadılar. Ali Rıza Bey benim başkanımdı.

-Reis size tepki gösterdi mi?

Hayır. Vekil olduğumda elini öpüp, duasını aldım.

-Sizin Diyanet İşleri Reisliğiniz yaklaşık 5 yıl sürmüş ama hep vekaleten görev yapmışsınız?

1 Ocak 1968 yılında Diyanet İşleri Reisliği’ne vekil olarak atandım ve 25 Ağustos 1972’de nöbetim sona erdi. Asaleten atananlar, görevden alınınca Danıştay’a başvuruyor ve geri dönebiliyordu. Hükümet de tedbir olarak böyle bir formül düşündü. Ve ben nöbetteyken 12 Mart hadisesi oldu.

-12 Martta askerlerin ya da hükümetlerin size baskı yaptığı, özel fetvalar istediği oldu mu?

Bana dokunmadılar. 12 Mart’tan sonra Devlet Bakanı Mehmet Özgüneş Bey bana ‘Reis Bey, böyle bir şey yok ama gerekirse sizi görevden alsak ne düşünürsünüz?’ dedi. ‘Sayın Bakanım, ben hükümete problem olmam. Reis olmak ve Kars’ta imam olmak arasında benim için bir fark yok. Yeter ki İslam dinine hizmet edebileyim’ dedim. Değişikliği bekleyenler çok oldu, bugün, yarın meselesiyle. Allah için o zatı muhterem direndi.

-Peki ayrılmanıza vesile olan olay neydi?

6 ay görev yaptılar ve bakanlardan 9’u istifa edince hükümet değişti. Sonra CHP vekili Ali İhsan Bey 4 ay bakanlık yaptı. Ardından İsmail Hakkı Arar Bey geldi. Onun prensipleri kendisine göre daha değişikti. Senegal’den bir heyet geliyormuş ve Fransa Devlet Başkanı bizim Cumhurbaşkanına ‘Bu heyet benim için önemli ve iyi ağırlanmasını rica ediyorum’ diye mektup yazmış. Dışişleri Bakanlığı da nazik bir dille ‘Biz laik bir hükümet olduğumuz için bizim böyle bir heyetle ilgilenmemiz mümkün değil. Diyanet olarak siz misafir edin, biz masrafları karşılarız’ dedi. O sırada bana bazı isimler ‘Reis Bey şu tamimi şöyle yazsanız’ şeklindeki isteklerle geliyordu. Ben Dışişleri Bakanlığı’nın böyle bir isteği bulunduğunu Sayın Arar’a söyledim, sanki hiç arzulamadığı bir simayla karşılaşmış gibiydi. Misafirleri aldım, Eyüp Sultan Camii’ne götürdüm. Konya Lezzet Lokantası’nda ağırladık. O sırada bir gazeteci geldi ve ‘Yazıyor yazıyor, Dr. Lütfi Doğan’ın Diyanet İşleri Başkanı olduğunu yazıyor’ diye gazete dağıtmaya başladı. ‘Demek ki bizim nöbet buraya kadarmış’ dedim.

ARANDIĞIMIZI DUYDUK, TESLİM OLDUK

-Size ‘Şu yazı böyle yazılsın’ diyen kimdi? Ve ne istedi ki  öyle yapmadığınız için görevden alınmanıza yol açtı?

O geçti gitti, vefat etti. Asker değildi. Burada askerin zerre kadar kabahati yoktu. Son hükümetin bir adamı. ‘Şöyle olsun’ dedikleri konu, diyelim ki ben valiliklere bir tamim göndereceğim. Örneğin 30 Ağustos Bayramı ile ilgili bir şey yazılacak. Alt dereceden bir yetkili gelip benim yazdığım gibi değil kendi yazdığı gibi gönderilmesini istiyor. Gereksiz, bu görevlerle uygun düşmeyen şeyler. Lüzumsuz şeyler...

-Peki, Diyanet İşleri Reisliği sonrasında Milli Selamet Partisi’nden milletvekili seçildiniz ve 12 Eylül sürecinde tutuklandınız. Meşhur ‘Selamet Koğuşu’nun konukları arasında kimler vardı, neler yaşandı orada?

Bir gün bizim fakirhanede Süleyman Arif Emre ve Recai Kutan ağabeyimizle bir araya geldik. Haberimiz oldu ki bizim de tutuklanmamıza karar verilmiş. Recai Ağabey merkez komutanlığını aradı ve ‘Kumandanım, biz hakkımızda yakalama kararı olduğunu radyodan dinledik. Bu doğru mu? Şayet doğruysa bizim kendimiz teslim olmamız uygun olur mu?’ diye sordu. Kumandan gece yarısı eve gelmeyi planladıklarını belirterek ‘Eğer siz lütfeder kendiniz teslim olursanız büyük bir memnuniyet duyarız’ dedi. Üçümüz gittik, Kirazlıdere’deki Dil Okulu olarak bilinen yerde teslim olduk.

-Aradığınız kanun kaçakları biziz...

Evet. Toplam 24 kişiyiz. Sayın Erbakan merhum hocamız ve eski İçişleri Bakanı Oğuzhan Asıltürk Bey ile aynı odada kalıyor, Bizden bir ay önce tutuklanan arkadaşlar geleceğimizi duymuş, bize yer hazırlamışlar. Burada yapılan bir mescitte namaz kılardık. 

-Siz namaz kıldırırken, arkanızdaki safta kimler vardı?

Necmettin Erbakan hocamız ve aralarında eski bakanların da bulunduğu 24 arkadaşımız vardı. Burada dersler yapardık, öğle namazından önce bir cüz Kur’an okuyordum. Akşamları saat sekizden evvel hadis kitabını okurduk. Bu derslere CHP’li Ertuğrul Günay da (Dönemin CHP Ordu Milletvekili iken 12 Eylül’de tutuklandı) gelirdi. İyi bir öğrenciydi, sohbetleri de kaçırmazdı. Kurban Bayramı geldi. Erbakan ve Türkeş Beyler ve CHP’li Günay da geldi. Dedik ki ‘Muhterem arkadaşlar, biz şu anda burada tutuklu olduğumuz için Bayram Namazı kılamayacağız. Çünkü Cuma ve Bayram namazları ancak hür insanlara vaciptir. Biz bugün burada, sadece tövbe edip, dua edeceğiz!”

-MSP, MHP ve CHP siyaset dünyasında son derece ters kutuplardaydı ama cezaevinde sizin imamlığındaki bir namazda aynı safta birleşti...

 Evet. Fevkalade bir kardeşlikti. Hep birlikte dua ettik.

-Allah rızası için namaz kılıyordunuz ama ‘Şu cuntadan da kurtulsak’ diye dua ediyor muydunuz?

Tabii... Dualarımız arasında ‘Cenab-ı Hak memketimizi bu sıkıntılardan kurtarsın. Birlik ve dirlik şuuru nasip eylesin. Memketimize itilaf göstermesin’ şeklinde dualar okuyorduk. Dualarımızda ve sohbetlerimizde ‘Zaman gelecek, bunların hepsi düzelecek’ diyorduk. ‘Allah hakkımızdaki en hayırlısı neyse, onu nasip etsin’ diyorduk. Merhum Necmettin Erbakan Bey bir gün bizden şöyle bir söz aldı ve hepimiz bundan çok mutlu olduk: ‘Allah memleketimize birlik, dirlik nasip etsin. İnşallah gün gelecek ve biz buradan çıkacağız. Ama beraat ettiğimiz gün topluca Umre’ye gideceğiz’ dedi. Hakikaten 5 yıl sonra beraat ettik ve oradaki tüm arkadaşlar topluca Umre’ye gittik. Bazı arkadaşlar koğuşumuza Medrese-i Yusufiye adını vermişti.