Yücel Sayman kimdir, diye bir araştırma yapmak isteyince karşıma en çok çıkan iki bilgi ‘Eski İstanbul Barosu Başkanı’ ve ‘Gönül Yazar’ın eski eşi’ oldu. Söyleşi öncesinde, hakkında daha fazla bilgi edinebilmek için İstanbul Barosu’nda yıllarca aynı ekipte çalışan arkadaşlarına onu sorduğumda da aldığım ilk bilgilerden biri ‘Biliyorsun, Gönül Yazar’ın eski eşi’ oldu. Ama söyleşimizde ona Gönül Yazar’la nasıl evlendiğini sorduğumda, böyle bir evliliğin hiç olmadığını öğrenmek büyük şok oldu. 50 yıllık hukukçu, akademisyen, baro başkanı, akil adam. Ve down sendromlu olmasına rağmen sosyalliğiyle İstiklal Caddesi’nin sempolü olan ‘Can’ın babası’. Yücel Sayman’a, hayatını anlattı.
-1939’da Konya’da doğmuş ama İstanbul’daki St. Joseph’ten mezun olmuşsunuz...
Konya’da doğdum ama bu tamamen askeri tabip olan babamın o zamanki görev yerinden kaynaklanıyor. Konyalılık yok, hatta nüfus kaydım Sivas’ta yapıldığı için, Sivaslı sanılıyorum. Konya, Sivas, Erzurum’un ardından üç yaşımdayken İstanbul’a geldim ve kendimi bildim bileli İstanbul’u hatırlıyorum. Moda semtinde çok güzel bir çocukluk geçirdim. Sınıf arkadaşlarım arasında Mehmet Güleryüz vardı, bir iki sınıf büyükler arasında Özer Çiller, Temel İskit. Mahallemizde Rumlar, arka sokağımızda Ermeniler otururdu. Bu sayede farklı kültürlerle tanışma imkanımız oldu. Türk, Rum ve Ermeni çocukları arasında maç yapar, en zayıf takım olmamıza rağmen Türkler şampiyon olurdu. 85’inci dakikaya kadar 7-0 yenikken, 90’ncu dakika 8-7 öne geçerdik çünkü sorun çıkmasından korkarak kalelerini açarlardı. Bir sürü ayrımcılık vardı ama 6-7 Eylül olaylarında dostluğu yaşadık.
-6-7 Eylül sürecinde neler yaşadınız?
Kötü şeylerdi ve Moda’ya gelen o gruplara karşı Ermeni ve Rum arkadaşların dükkanlarını ve kendilerini korumaya çalıştık. Onların evlerinin önünde durduk, bayrak astık. Arkadaşlarım Fedon ve Niko vardı, aileleriyle eve alırdık. 50’li yılarda Moda İlkokulu’nda ilk dört sınıfta çok sevdiğimiz Vasfiye Hanım öğretmenimizdi. Nazım Hikmet yurtdışına kaçmadan önce, hapisten yeni çıkmış ve evine dönmüştü. Bizi Nazım Hikmet’in evine götürüp taşlattırdığını hatırlıyorum. Bunu çok sevdiğimiz öğretmen yaptırmıştı. ‘Vatan haini’ diye taş attırdı. Bunu akil adam olarak da bir yerde de anlattım. Bir toplantıda ‘Hain’ diye bağırıyorlardı. Dedim ki ‘Etme, bulursun!’. Ben o zaman gittim Nazım’a vatan haini dedim, şimdi bana aynı şekilde bağrılıyor’.
-Nazım Hikmet’in ahını almışsınız.
Nazım’ın ahını aldık. ‘Şartlanmıştım, ben çocuktum da sizin şartlanmanız daha kötü’ dedim... St Joseph’de okumak çok farklıydı, özgürlük içinde disiplin anlayışları vardı.
-Bir asker çocuğu olarak, anne ve babanızla hiç çatışma yaşadığınız oluyor muydu?
Daha çok muhalif kimliğim vardı. Hep sorgulardım. Bana ‘Şunu yap’ ya da ‘Bunu yapma’ dediklerinde ‘Neden?’ diye sorardım. ‘Akşam altıda evde ol’ dendiğinde ‘Neden yedi değil altı?’ derdim. Ne zaman hakkımı arasam annem ‘Sen büyüyünce dilli avukat’ olacaksın derdi. Bu latife ve güzel bir şey değildi, kafasındaki avukat imajı oydu. Olmadık şeyleri savunan adam. Onu kırdırmak, aşağılamak için söylüyordu. Ne olacağı çocukluktan belli diye... Sonradan hakikaten avukat olmasak da hukukçu olduk. Hiç aklımda da hukukçu olmak yoktu.
-Lisede Fenerbahçe Genç Basket Takımı kaptanı olacak kadar iyi basketçiyken neden hukuk okumayı seçtiniz?
Çünkü hukuk fakültesi sınavsızdı. Tıbbı zaten istemiyordum, teknik üniversitenin sınavını da kazanamadım. Açıkta kalmamak için, hiç alakam olmamasına rağmen hukuğu seçtim. Bir kere kaydolunca da bitirdik.
-Açıkta kalmamak için hukuk fakültesine girmişsiniz ama 1962’de mezun olmuş ve hiç beklemeden 63’de aynı fakültede asistanlığa başlamış ve bugün profesör olarak 50 yıllık bir hukuk akademisyenisiniz. Sevmeseniz, bu kadar süre hukukçu kalır mıydınız?
Sevdim mi, seviyor muyum orası biraz karışık. Başka bir şey elimizden gelmeyince ne yapacağız ki? Okulda kalmamın nedeni, kafamdaki askerlik sorunu. Silah tutmak, ölmek-öldürmek fikri hoşuma gitmiyordu. ‘Nasıl gitmem’ diye sorduğumda, ‘Doktoraya yazıl. 32 yaşına kadar askerlik tecil ediliyor’ dediler. Ben liseden mezun olunca, sabah dokuz-akşam beş işe gidip geleceğim fikrinden afakanlar basardı. Dans edemeyeceğim, denize, spora gidemeyeceğim! Fenerbahçe’de genç ve yıldız basketbol takımının takım kaptanıydım. A takımına geçince yedek kalmaktan sıkıldım çünkü çok önemli basketçiler vardı: Can Bartu vardı, Tuncer, Erman vardı. Doktora tezim için, izinli olarak bursla Strasbourg Üniversitesine gittim. O zaman yavaş yavaş sol hareketin içinde yer almaya başlıyorum...
-Sol hareketin içinde kimler vardı. Öğrenci hareketlerinde hedef oldunuz mu?
Bülent Tanör, Gencay Gürsoy, Murat Sarıca, Özer Eskiyurt... TİP hareketi. Beni sağ da sol da severdi çünkü öğretim üyeliğine bu kimliği karıştırmazdım. Öğrencilerin kağıtlarını okurken, isimlerine bakmazdım. Soldan çok öğrenci kalmıştır, ülkücülerden geçmiştir.
-TİP’liler çok hedef olmuştu...
Geldi ama onlar örgütlüydü. O tip çatışmaların içinde ben de Bülent de hiç birimiz yoktu ama solcu olduğumuzu herkes bilirdi.
-12 Mart sürecinde üniversiteden uzaklaştırıldınız. O dönemde nasıl ayakta kaldınız?
Köylerde dergi dağıtmak. Gerçek nedense köylere gidip Kürtçülük propagandası yapmak. Bülent Tanör ile iki yıl yargılandık, beş yıl hapis cezası aldık, üniversiteden çıkarıldık ve altı yıl yurtdışında kaldık. İşçi dernekleri kurduk, para kazanmak için lokantada bulaşıkçılık yaptım. Bülent Ecevit affıyla geri döndük.
-Profesörlük unvanı almanız 25 yıl sürmüş...
1978’de Beyrut’a Filistin Kurtuluş Örgütü hareketi Yaser Arafat ile görüşmeye gittik. Arafat ile buluşup, yolunu açmak istedik. Türkiye’de bir irtibat bürosu açılmasını istedik ve bunu başardık. Ama bedelini 1978’de doçentlik oylamasında ödedim. Arafat ile görüştüğüm diye, kadro ataması alamadım. Tam profesörlük tezimi yazmaya başladığım sırada 12 Eylül oldu. 1402’lik olarak gerekçesiz atıldık. Avukatlığa başladık. 1993 yılında Danıştay kararıyla geri döndük ama 12 Eylül döneminde dağılan unvanlar nedeniyle, profesör olmayı reddettim. Medipol Üniversitesi kurulup beni davet etmelerinde 25 yıl oldu, dönemin şartları değişti’ diyerek ikna ettiler.
-İstanbul Barosu’na üç dönem başkanlık yaptınız. İlk iki dönemdeki ilerici uygulamaların üçüncü dönemde duraksadığı, bunun da ‘özgürlükçü’ kimliğiyle öne çıkan baro yönetiminin yerini milliyetçi çizgiye bırakmasına neden olduğu düşünülüyor..
Olabilir. Yönetimimizin hataları olmuş, kökleşememişiz de denebilir. Üçüncü dönemde, yönetim içindeki çelişkiler nedeniyle ilk yılımız lüzumsuz tartışmalara gitti. Bir sol anlayışımız vardı ama tarafsız olduk. Mesela türban yasağını eleştirdik. Öyle yaşamak isteyen bir kadın niye avukat olamasın? 28 Şubat’ta herkesin ödü patlıyordu, sinmişti ama baro başkanı olarak mikrofon önüme dayandığında söylüyorduk. F tipi cezaevleri sorununda can siperhane çalıştık. Bunlar tepki çekti. Bu teröristleri destekleme olarak görüldü ve bizi eleştirenler seçimi kazandı. Adayımız Merter Karagülle de 200 oy farkla kaybetti, kazanabilirdi de.
Kulağa hoş geliyor, gülüyorum
-Üç evlilik ve üç çocuğunuz var. İlk evliliğiniz Gönül Yazar ile mi?
Yok ya, o da uydurma.
-Uydurma mı? Sizin hakkınızdaki tüm biyografilerde öne çıkan iki unsur ‘Eski baro başkanı’ ve ‘Gönül Yazar’ın eski eşi’ olmanız. Onlarca haberi de var...
Var. Ama niye yalanlayayım. Niye yalanlayayım? Üç eşim oldu ama bunların içinde hiç Gönül Yazar olmadı. Bana ‘Bunun doğru olmadığını söylesene’ diyor, niye söyleyeyim yahu? Kulağa hoş geliyor. Onları gördükçe gülüyorum.
-Peki bu hayali evlilik nasıl ortaya çıktı, anlayabildiniz mi?
Tahminen... 18 yaşımdaydım. Caddebostan Gazinosu’na geliyordu Gönül Yazar. Orada bir konuşma, hoş bir şey oldu ve arkadaşlar dalga geçmek için böyle bir şey çıkardı. Yazsınlar, daha başkaları da yazsın. Mahsuru yok. Faydası oluyor bazen, ‘hızlı yaşadım’ diyorum.