20 Nisan 2024 Cumartesi / 12 Sevval 1445

Prof. Dr. Sadettin Ökten: Babamı özlemiyorum onu çok anıyorum

Fincanımda Cola Var kitabıyla gündemde olan imam hatiplerin kurucusu Celaleddin Ökten’in oğluydu ama ünlü bir mühendis oldu. Babalar Günü öncesinde konuştuğumuz Ökten’e son kitabıyla birlikte babasını, bir baba olarak çocuklarıyla ilişkisini ve günümüz aile ilişkilerini sorduk.

Selim Efe Erdem15 Haziran 2014 Pazar 07:00 - Güncelleme:
Prof. Dr. Sadettin Ökten: Babamı özlemiyorum onu çok anıyorum

-Sizinle Fincanımda Cola Var kitabınız kapsamında bir araya geldik ama bu röportaj Babalar Günü’nde yayımlanacak. Hem kapitalizmin Türkiye üzerinde etkilerini ele aldığınız kitabınızın içeriğinin uygun olması hem de  sizin dört çocuk babası ve imam hatip liseleri kurucusu Celaleddin Ökten’in oğlu olmanız nedeniyle, izninizle bu konudan başlayalım. Babanızı özlüyor musunuz?

Babamı özlemiyorum, çok anıyorum. Özlemek başka bir şey.

-Çok büyük bir ismin oğlusunuz, bunun bir takım sonuçları olmalı.

Annem de isimsiz ama büyük bir ‘isim.’ Onları her zaman rahmetle anıyorum. Söylediklerinin ne kadar doğru olduğunu anlıyorum. Ciddi bir lisanı aktardılar, rol oynamadılar, gerçeği söylediler ve yaptılar. Biz de çocuklarımıza öyle yaptık.

-Çocuklarınızı kariyerleri için yönlendirdiniz mi? Nasıl bir babasınız?

Onları kesinlikle yönlendirmedik. Çocuğunuz ister üç yaşında ister 33 yaşında olsun, net ve dürüst olursanız o sizin biçiminizi alıyor. Siz benim evladım yaşındasınız. Benim dört tane çocuğum var. En büyüğü 45, en küçüğü 37 yaşında. Onlara bir şey demedik, eşimle beraber hayatımız neyse onu ortaya koyduk. Vazifelerimizi yerine getirmeye çalıştık ama kendimizi gizlemedik. Zaafımız varsa zaafımızı, meziyetimiz varsa meziyetimizi (gösterdik)... Çocuk anne ve babaya muhtaç. Ben de öyleyim, hala muhtacım. Maneviyatlarından şimdi feyzleniyorum.

-Siz çocuklarınızı yönlendirmediniz ama babanız, yaşadıklarından dolayı sizi yönlendirmiş. Çünkü kurucusu olduğu halde siz imam hatip okumamışsınız, fen eğitimi almışsınız.

Evet, (imam hatibe gitmemi) istemedi. Eğer meslek seçimi anlamında söylüyorsanız... Bir yetişkine bir şey söylerseniz o kendi iradesi ‘Olur’ ya da ‘Olmaz’ der. Ama çocuk öyle değil. Eğitimciler ‘Bırak kendi çözsün’ diyor. Halbuki her medeniyet eğer devam etmek istiyorsa kendi biçimini bir sonraki nesle aktarmak zorundadır ve bu hakkıdır.

-Babanız sizi imam hatibe göndermedi ama sizi meslek seçiminde sıkmadı sanırım, serbest bıraktı mı?

Hayır, orada da bırakmadı. Lisede çok iyi talebeydim. O hayatın akışı içersinde lisede İTÜ’ye gidecek talebelerdendim.

-Babanız ve meslek seçiminize dair sürece ilişkin bizimle paylaşabileceğiniz bir anınız var mı?

Çok enteresan, merhum Nurettin Topçu bana hep mühendisliği tembih etti.

-Sosyal bilimci Nurettin Topçu, neden size hep mühendisliği önerdi?

Meğer annem telefon etmiş hocaya. O sırada babam vefat etmişti. Hocaya ‘Kafası karışık. Senin sözünü de dinler. Teknik üniversitede asistan şu anda. Edebiyat, felsefe okumasın, ne işi var?’ demiş. Ama tabii kader diye bir hadise ve sizin alt yapınız da var. Mozart’ı nereye hapsetseniz, beste yapacaktır.

-İmam hatibe gitmediniz, İslamiyeti nasıl öğrendiniz?

Öğrenmedim, bizzat yaşadım çocukluğumdan itibaren. Din bana matematik öğretir gibi ‘Oku’ denerek öğretilmedi. Biz (çocuklarla) beraber yaşamıyoruz. Çizgi film verip ‘İzle’ diyoruz. Çünkü sıkılıyoruz. Oynayıp, beraber düşüneceksin.

-Kitabınızda kapitalizm ve toplum üzerindeki etkilerini ele alıyorsunuz. Kapitalizm bir şekilde Babalar Günü’nü de kullanmıyor mu?

Tabii, hiç şüphesiz. Yeni günler, ritüeller ortaya çıkıyor. Şunu iyi bilmeliyiz. Kapitalizmin gösterdiklerinin dışında hedefler de vardır hayatta. O hedeflere yönelirseniz, rızkınızı kapitalizm kesemez.

-Babaların da şu sıralarda en büyük derdi çocuklarına sağlıklı bir yaşam ve iyi bir eğitim verebilmek. Günümüzde babaların çocuklarını özel koleje göndermek için yaşadığı mücadele, kapitalizmin etkilerinden biri midir?

Şimdi babalar ‘Çocuğum nerede okuyacak’ diye düşünüyor. Bırak nerede okursa okusun! Ama kapitalizm öyle bir şey söylüyor ki: ‘Şimdiden para biriktir ve hangi mektebe gideceğini belirle’. Bu endişe anneyi de babayı da çocuğu da bitiriyor. Babalar çocuklarını ‘İyi bir eğitim alsın’ düşüncesiyle değil, ‘Çok para kazansın’ diyerek koleje veriyor. Kesinlikle yanlış bir şey! Çocuk dil öğrenecekse önüne geçemezsiniz. Bir de şunu söyleyeyim: Hiçbir baba ve anne, çocuğuna ‘Arkadaşım’ dememelidir. O baba ve annedir, arkadaş başkadır.

-Sizin de babanızla ya da çocuklarınızla olan ilişkiniz böyle mi?

Tabii. Ben de çocuklarımla öyle yaptım. Ama üslup değişti tabii. Kesinlikle söylüyorum: Çocuklarınızla arkadaş olmayın! Olamazsınız zaten, mümkün değil. Her insanın kendisine ait dünyası vardır. Ve insanlar o dünyanın içinde yaşar.

-Kitabınızın ‘Fincanımda Cola Var’ başlığı bir metafor şüphesiz. Neyi anlatmak istediniz?

Kahve içiyoruz ama fincanının içinde kahve yok. O kahve ve fincan bize yani yaşantımıza, inancımızı ve üslubumuza ait bir hadiseydi. Oradaki fincan bizim İslami kimliğimiz ama o kimliğin içinde bugün Amerikan kapitalizmi var. Türkçesiyle bunu söylemeye çalışıyorum.

-Yani biz blue jean giyinip kola içerek, sadece şekli olarak kapitalizm uygulamıyoruz.

Seviyoruz... Sadece blue jean değil,  AVM, elektronik eşya, konuşulan kelime, vitrindeki amblem ve isimler kapitalizmi benimsediğimizi ifade ediyor. Yani öbür giysiler pahalı ve blue jeani ucuz olduğu için onu giyinmiyoruz. Bunlar üzerinden bir varlık gösterisi yapıyoruz: Biz moderniz. Biz de Amerikan standartlarını yakalamaya çalışıyoruz... Ama bir taraftan toplumda bir İslami kimlik var. Fransa’da bir kaç marka ismini İngilizce görürsünüz ama çoğunlukla Fransızcadır. Ama bugün Türkiye’de bakın, bir yabancı isim koymak moda. Bu niye oldu? İşte Fincanımda Cola Var onun ifadesidir.

-Kitabınızda, kapitalizmin bir din gibi girdiğini söylüyorsunuz toplumlara ve Türkiye’ye.

Çünkü bir dindir esesasında.   Kapitalizm sadece sizin günlük alışverişiniz değil tüm mantalitenizdir. Topluma bir motivasyon veren, bir takım problemlerine cevap veren ama bir takımlarına veremeyen ve onları da görüp hayatın dışına iten bir medeniyet tasavvurudur. Temeli egoizm, bendir. Arzular motive edilmezse siz tüketmezsiniz. Türkiye’deki sıkıntı, halen içinde bulunduğu şartlara göre ciddi bir İslami muhteva taşıması. Bir taraftan da çok hoşuna gitti kapitalist oyuncaklar, onlarla oynuyor. Ama oynadıkça o oyuncakların içindeki muhteva size geçiyor. Otomobiller, elektronik aletler, yemek yeme tarzı ciddi medeniyet kabulleridir.

-Türk insanı bu şekilde dinini kaybedebilir mi?

İnşallah etmez. Dinin bir ritüeller bütünü olarak kalacağını düşünüyorum. Dinin maneviyatı, ruhi omurgası kaybolabilir.

-Ortada bir savaş var, İslamiyet ve kapitalizm arasında.

Bir çekişme, buhran var. Adını koymamız lazım, savaş diyorsanız savaş olsun.

-Kitabınız okuyucuya İslamiyet ile kapitalizm arasında adı konulmamış bir savaş yaşandığı hissi veriyor.

O savaş bizim içimizde esasında. Bu iş bireylerle oluyor.

-Bireylerde olduğu gibi toplumda da aynı tablo geçerdi. Birey olarak da toplum olarak da bu savaşta yapılması gerekli şeyleri nasıl sıralıyorsunuz?

Bizim yüzleşmemiz gerek, onun kapısını açıyorum burada. Bu sorunsalın iki tarafı var: Birisi Amerikan kapitalizmi diğeri de İslamiyet. Bunların temelde bağdaşması mümkün değildir. Çünkü temel kabulleri farklıdır. Müslümanlar ‘İman’, öteki de ‘Medeniyetin temel değerleri’ diyor! Türkiye şu anda çalkantı yaşıyor. Ne çıkar, onu bilemem.

-Türkiye treni, hangi makasta ilerliyor? Kapitalizm, İslamiyet?

Bizim trenimiz şimdi istasyonda bekliyor. (Önünde) iki seçeneği var: Kapitalizme girmek istiyor ama arkasındaki İslami vagonlar onu bırakmıyor. İslam’a girmek istiyor, kapitalizmin cazibesi onu çekiyor.

-Bir ara model mi çıkacak?

Çıkmaz. Çıkarsa o model İslam olmaz çünkü çok nettir İslam ve eğip bükemezsiniz. İslamiyet eğip bükerse, o da kapitalizm olmaz. Biz kapitalist pasta yiyoruz ve üzerinde İslami pasta var. Bizim sıkıntımız şudur: Biz şu anda kapitalist kurallara uymazsak, aç kalırız, ölürüz ön kabulü yapmış vaziyetteyiz. Zaten herhangi bir medeniyet tasavvurunun gücü oradan gelir. Size büyük bir ilÜzyon çizer. ‘Benim kurallarımla yaşamazsanız, senin yaşama hakkın yoktur. Ezilir, parya olursun’ der.

-Yani kapitalizminin zayıf noktası gereksiz tüketmemek...

Evet. Amerikan toplumlunun zaafını gördüğünüzü anda çok rahat edersiniz. Tabii burada anahtar kelime gereksiz. Her toplumun yaşadığı evrelerde belli yapılar o toplumun hayatının merkezindedir. Ortaçağ’da katedraller, sanayi devrimi sonrası modernite döneminde fabrikalar, sonra finans merkezleri, plazalar. Türkiye’de bugün hayatın merkezinde olan AVM’lerdir, camiler değil.

Yüzüne dondurma bulaşmış
 
Türkiye, kapitalizm karşısında küçük bir çocuk gibi... Küçük çocuğun yüzüne gözüne çikolatalı dondurma bulaşıyor ama çocuk hala yalamaya devam ediyor. Türkiye bu nimetlerin kendi toplumunda neye mal olduğunu, daha doğrusu olacağını henüz göremiyor. Zannediyor ki hep böyle mutlu, kendi ahlaki normlarını ortaya koyarak yaşabilecek.
 
BİR ORKESTRA ŞEFİ GİBİ YÖNETMELİ
 
-Kitabınızda başbakanlara tasavvufu öneriyorsunuz. Neden?
 
Çünkü tasavvuf, varlığınızın maddeyle olan ilişkisini düzenler. İcra makamında olan insanlar, karar verendir, teorik bir makam değil. Bir orkestra şefi gibi nasıl yöneteceğini bilmelidir. İslam medeniyetinde maddeyle olan ilişkiyi, tasavvuf eğitimi verir insanlara. 
 
Ayasofya’nın cami olması için erken
 
-Ayasofya’nın müze olması sürecine ilişkin anlattıklarınız dikkat çekiyor kitabınızda.
 
Fikrimi söyleyecek olursam, cami olması için vakit çok erkendir. Çünkü müze olması Türkiye’nin isteğiyle olmuş bir şey değildir. Bu benim bir sezgim. Türkiye’yi İslam medeniyetinden ayırmak isteyen emperyal güçle olmuştur.