Biz de babamızın yanında nasıl davranacağımıza, öğretmenimizle aramıza nasıl mesafe koyacağımıza, büyüğümüze küçüğümüze ne söyleyip ne söylemeyeceğimize dikkat edip durduk.
En marjinal arkadaşlarımız bile öğretmene, babaya, anneye, abiye belli bir mesafeyle ‘isyan’ ederlerdi. Genlerimizde ‘tasavvuf’ vardı bizim. Racon bilirdik, usul bilirdik, süreç bilirdik, yüzümüz kızarırdı, azar işitirdik, başımız okşanırdı. Böyle böyle olgunlaştık, kendimizi bildik.
Sosyal mecralar, okul dışı eğitim süreçlerini paramparça etti. Şimdi kendimi de ortamları da alttan dört nala gelen yeni nesli de tanıyamıyorum. Facebook’ta ‘arkadaşım’ olan lise öğretmenimin paylaştığı komik videonun altına “Bu ne şimdi hocam yeaaa” diye yorum yapan kişi henüz 17 yaşında. Ve ismini gizlemiş. Bütünüyle ar damarı çatlamamış olacak ki küfürlü bir yorum yapmamış şükürler olsun.
SİZ BİRAZ YANLIŞ ANLAMIŞSINIZ
Yaşadıkları, yaptıkları ve yazdıklarıyla daha şimdiden tarihe geçmiş değerli bir yazarın Facebook’ta paylaştığı bir gönderisine, çocuğu yaşında kişilerin fütursuz yorumlarını görünce irkiliyorum. Yazarın cevap vermeye çalışmasını, düzlemi bağlamı olmayan bu ortamda ‘şamar oğlanı’ muamelesi görmesini anlayamıyorum.
Amerika’da yaşayan bir arkadaşıma, sabah akşam vaktini Twitter’da harcayan ülkemizin güzide sosyal medyacılarını tanıştırdığımda “Amerika’da insanlar sadece gerçek hayatta ünlü olmuş kişilerin gerçek hayatını takip etmek için Twitter kullanır. Sizin ülkenizde biraz yanlış anlaşılmış bu sosyal medya” demişti.
Gerçek hayatta bir kitlesi olan insanları bekleyen en büyük tehlike, bir avantaj olarak sunulan işte bu ‘kolay erişilebilirlik’ olsa gerek. Sözgelimi bir politikacıya Twitter’dan, Facebook’tan kolayca ulaşabiliyorsunuz. Bunun bir avantaj olabileceğini de yadsımıyorum ama kantarın topuzu bazen kaçıyor. Sırf bu kolay erişilebilirliği yönetmesi için bu tarz ortamların açıklarını iyi bildiği için sosyal medya uzmanı olarak anılan insanlara muhtaç oluyor bu kişiler.
Kendisini sosyal mecralar dışında çoktan gerçekleştirmiş kişiler, hayatını sosyal mecralarda kurgulamış sanal kişiliklerin saldırı ve tacizlerine boyun eğmemek için profesyonellere koşmak zorunda kalıyor. Üstelik bu ortamlarda bulunmadıkları takdirde geri kafalı olmakla suçlanıyorlar. Dev bir çarkın içinde olmaktan başka bir şansları olmuyor.
ŞİİR ÖLDÜ SIRA TASAVVUFTA
Bir yazar, sosyal mecralarda ne kadar az görünürse o kadar kaliteli eser veriyor. Enerjisini, bağlamı ve düzlemi olmayan sözde takipçilerine laf anlatmaya değil, bağımsız fikirler üretmeye harcıyor çünkü. Sosyal medya, kişilerin özel hayatlarına bu denli bulaşmaya devam ederse kendini savunmak zorunda kalan kişiler üretim yapamayacak.
90’lı yılların ortalarında tanıştığım, dostluğunu kazanmak için yıllarca uğraştığım, mektuplaştığım, yanındayken sus pus oturup sadece onu dinleyip ilham aldığım büyük bir yazara, şimdi Facebook adresinden rahatça ulaşabiliyorsunuz. Gönderilerini beğenebiliyorsunuz, fotoğraflarına ileri geri tuşlarıyla bakıp evinizde hiç rahatınızı bozmadan onun dünyasına girebiliyorsunuz. Arkadaşlık isteği gönderebiliyor, eğer kabul etmezse sağda solda, ne kadar burnu büyük bir yazar olduğundan dem vurup kara çalabiliyorsunuz.
Sosyal mecralarda, ‘araya mesafe koy’ diye bir buton icat edilmediği sürece bu rahatsızlık verici durum devam edecek.
Sosyal mecralar şiiri çoktan öldürmüştü, şimdi de tasavvufu öldürmeye çalışıyor. Üstat kalmadı, abi yok, alim kim, kim hangi cümleyi söyledi, kim hangi yazıyı yazdı belli değil artık. Paragrafların altında retweet sayıları, kaç kişinin beğendiğini gösteren sayılar, yorumlar, engin fikirler...
Farz edin ki Sezai Karakoç Facebook’tan bir mısra paylaşmış ve 114 ‘like’ almış. Sadece bu cümle bile yeterince ürkütücü. Anlayın artık! Ötesini söylemeyeceğim.