Osmanlı toplumunda kadın ve erkeğin kendi istekleri doğrultusunda, anne ve baba onayı almaya gerek duymadan evlenebilme düşüncesinin ortaya çıkması, din ve örflerle örülü gelenek anlayışı karşısında radikal bir çıkış olarak kabul edilmiştir. Lakin günümüze kadar Batılı bir anlayışla yoğrulan ve adına aşk evliliği denilen bu modern zihniyetin içerisinde geleneksel kalıplar hâlâ varlığını koruyabiliyorsa bunun iki sebebi olduğu düşünülebilir. Birincisi içtimai hayatın merkezinde yer alan din; ikincisi ise ailelerin hâlâ evlenecek çiftlerin toplumsal ve mali yüklerini üstlenmiş olmaları...
Tanzimat sonrası oluşan yeni düşünsel yapı önce eğitimli üst düzey çevrelerin özel yaşamında kendini göstermeye başladı. Osmanlı elitistlerinde hürriyet fikri sadece mevcut siyasi koşullara karşı savundukları bir söylem değildi. Onlar sosyal hayatta da özgür olmanın peşindeydiler. Bunun en önemli tezahürleri de evlilik ve aile içi ilişkilerde görülmüştü. 19. yy’in sonlarına doğru ‘Aşk ve evlilikte özgür seçim’ konusunu işleyen roman ve piyesler ortaya çıktı. Şinasi, Batılı tarzda yazdığı ilk piyes olan Şair Evlenmesi’ adlı eserinde görücü usulü evlilikleri geri kalmışlığın bir nişanesi sayıyordu adeta. Bu dönemde çok sayıda Fransızca eseri orijinalinden okuyabilen eğitimli kesim, Avrupa’da yaşanan sosyal hayatın heveslisi olmuştu. Orta sınıf ise bu tarz eserlere ancak 20. yy’dan sonra özellikle okur yazarlığın artmasıyla beraber ulaşabildi. Ayrıca gazetelerde tercüme halinde tefrika edilmiş alafranga hayatları konu alan romanlar sayesinde modern yaşamın hususiyetleri daha geniş kitleler tarafından da tanınmaya başlandı. Edebi eserlerle sunulan bu yeni aşk tanımının Tanzimat sonrası değişim sürecine giren Osmanlı toplumunda yukarıdan aşağıya doğru karşılık bulduğu bir gerçek. Namık Kemal bu romantik temalı metinlerin esnaf ve hizmetçiler tarafından bile okunduğunu ya da bir şekilde duyulduğunu düşünüyordu. O yıllarda Şemsettin Sami’nin yazdığı Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat adlı eserde ailelerinin engellemeleri ile karşı karşıya kalan genç bir çiftin trajik öyküsü hayretle okunmuştu. Bu ve buna benzer Tanzimat sonrası edebi eserlere çok sayıda örnek verebiliriz. Ancak şunu da söyleyelim; romanların baş konusu aşk olmakla birlikte saygın bir ailenin ferdi olarak genç bir kızın, delice bir âşık kadın rolünde ifade edilmesi de oldukça zordu. Hatta aydınların bir kısmı, toplumun geleneksel eğilimlerine rağmen kendine bir yol bulan bu yeni evlilik ve aşk anlayışının, hem Osmanlı toplumunun bireyciliğe karşı olan tutumunu hem de dolaylı olarak devlet otoritesini tehlike altına alabileceğini düşündü. Keza Ziya Gökalp, batı tipi bireyciliğe dayalı bir hayat anlayışının ahlaki çöküntüye neden olacağını savunuyordu. Özgür aşk ve bunun aile üzerinde yarattığı yıkıcı etkinin, 20’lerden sonra kaleme alınan bu tarz romanların ana teması arasında yer alması da dikkat çekicidir.
TANZİMAT İLE DEĞİŞEN SOSYAL HAYAT
Bizde 30’lu yıllardan sonra aşk evliliklerinin arttığı söylense de bu durum, genç çiftlerin ailelerinden koptukları anlamına gelmiyordu. Gençler yine ailelerine başvuruyor, erkek tarafı geleneksel kalıplar içerisinde kızı yine babasından istiyordu. Tabii bu süreçte geçmişte aile onayını almadan yapılan evliliklerin oranını hesaplamak zor gibi görünse de bu meseleyi sosyal hayatın sürekliliği bağlamında değerlendirmek daha doğru olur. Netice itibariyle Osmanlı modernleşmesi sadece devlet kurumları ile sınırlı kalmamış, sosyal hayatı da derinden etkilemiştir. Zamanla gençler arasında kaçamak ve utangaç birkaç bakışın, yere düşürülen bir mendilin ya da yakaya iliştirilmiş bir çiçeğin hükmü kalmamış, Tanzimat sonrası yaşananlar insanların sosyal hayattaki beklentilerinin de değişmesine neden olmuştur. Cumhuriyet sonrasında ise Batılı hayat tarzı resmilik kazanınca aşk evliliklerinin önü daha da açılmıştır. Günümüzde de ‘Bütün dünya bir köye dönüştüğü için!’ tüketim toplumunun fertleri Amerikan tarzı hayat algısıyla bu seçimi (aşk evliliklerini) çağdaşlığın bir gereği saymaya başlamıştır.