İlahiyat Fakültesi yıllarımız sıkıntılı başladı. 68’in ilk işgali, başörtüsü boykotu nedeniyle ilahiyatta yaşandı.
Prof. Dr. Mustafa Said Yazıcıoğlu akademisyen, Diyanet İşleri Başkanı ve Devlet Bakanlığı gibi önemli görevlerin ardından bugün tecrübelerini İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde öğrencileriyle paylaşıyor, akademik eserlere imza atıyor. Alfa Yayınları’ndan çıkacak hatıratı ile anılarını paylaşmaya hazırlanan Yazıcıoğlu ile Sürmene’de doğan bir köylü çocuğunun İslam alimliği ve bakanlığa uzanan öyküsünü konuştuk...
-Baba müftü, ağabey valiyse sizin de Diyanet İşleri Başkanı, Bakan olmanız sürpriz olmasa gerek.Hayat yolculuğu nasıl bir ailede başladı?
1949 Sürmene doğumluyum. Babam Mustafa Bey, annem Fatma Hanım. Babam medrese eğitimine gider, bizimle annem ilgilenirdi. Sonra sınavla Milas Müftüsü oldu. Ben 6, rahmetli ağabeyim Recep Yazıcıoğlu 8 yaşındayken, 2 buçuk günlük yolculukla Milas’a gittik. Farklı iklim ve kültürde hasta gibi serildik kaldık orada.
27 MAYIS’TA BABAM AÇIĞA ALINDI
-Babanız hangi medrese mezunu, hocaları kimdi? İlk dini eğitiminizi kimden aldınız?
Yerel bir medreseydi. Kutlu Hoca’nın (Son dönem kıraat alimi Mehmet Rüştü Aşıkkutlu,1901-1980) baş asistanıydı. Tayyar Altıkulaç’ın Diyanet İşleri Başkanlığı sırasında İstanbul’a getirildi ve kaybolmaması için ilmini insanlara öğretti.
-Müftü Mustafa Bey’in oğlu olmak Milas’ta size nasıl bir çocukluk yaşattı?
Avantajlarını yaşadık. Müzik hocası derste çaldığı mandolinin notalarını yazmamızı isterdi. ‘Yapamıyorum’ diye ağlayarak eve giderdim. Babam görüp etkilenmiş olacak ki ‘Çocukları niye bu kadar sıkıntıya sokuyorsunuz? Oğluma Fatiha okut, imtihan etmiş olursun’ demiş müzik hocasına.
-27 Mayıs’tan müftü babanız nasıl etkilendi?
27 Mayıs İhtilali sonrasında babam açığa alındı ve mahkemeye verildi. İşe gider gibi sabahları evden çıkarmış bize hissettirmemek için. Maaşı da kesintiye uğramış. Beraat ettiği sırada sınavla yatılı Aydın Lisesi’nde okumaya başladım.
-Sınıf arkadaşlarınız arasında kimler vardı?
O dönemler enteresandır. Milas’taki mahallemizde ayin yapılan Havra ve Yahudi esnafı vardı. Sınıfımızda Venüs, Solomon isimli Yahudi çocuklar vardı ve hiç gürültü kopmazdı. Diyanet İşleri Başkanı olduğum sırada yardımcılığımı yapan Lütfi Şentürk, Nevzat Pakdil (AK Parti Kahramanmaraş Milletvekili), Hikmet Özdemir (Prof. Dr., eski Çankırı Milletvekili), Fahri Demir ( Eski Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı), Tahir Yaren (Prof. Dr., İlahiyat Fakültesi eski mantık dersi hocası) ve Şevki Saka (Prof. Dr., tefsir hocası) vardı.
İLK İŞGAL İLAHİYAT’TA YAŞANDI
-İlahiyat Fakültesi’ni 1971’de bitirmişsiniz. Yani 68 kuşağı hareketlerini Ankara’da bir öğrenci olarak yaşamışsınız. Nelere tanıklık ettiniz?
Fakülte yıllarımız sıkıntılı başladı çünkü 68 olaylarının merkezlerinden biri de İlahiyat Fakültesi idi. İlk başörtüsü krizi bizim sınıfta yaşandı.
-Nasıl bir kriz başladı?
Ali Babacan’ın (Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı) halası Hatice Babacan ve Hatipoğlu Hoca’nın (Prof. Dr. Mehmed Said Hatipoğlu) yeğeni Ayşe Hatipoğlu, sınıfa başını örterek geldi. Hocalarımızdan birisi, başörtülü öğrencilerin sınıftan çıkmasını istedi. ‘Çıkarılır, çıkarılamaz’ derken dersleri boykot ve fakülte işgali yaşandı.
-Boykot ve işgalde siz de var mıydınız?
Vardım.
-İşgal nasıl başladı? Müdahale yaşadınız mı?
O zamanlar polis üniversiteye, fakülteden içeriye giremezdi. Biz dersleri boykot ediyoruz. Dersler kesilmiş durumda. Nereden emir almışlarsa, bir ara polis fakülteye girmeye karar verdi. Dış duvardan fakülte kapısına kadar geldiler. Biz o arada da İstiklal Marşı okumaya başladık. Marşı duyunca durdular ama bitince polis yine bir iki adım atar oldu, biz bir daha okumaya başlıyorduk. İstiklal Marşı başlayınca herkes duruyor. Sonra nasıl olduysa, çekildiler. İlahiyat’ın kapatılıp Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ne bağlanması bile konuşuldu ama sonuçta işgal bitti. Yani 68 olaylarında ilk üniversite işgalini Ankara İlahiyatlılar yaptı.
-İşgale neden katıldınız? Babacan ve Hatipoğlu ile nasıl diyologlar yaşadınız?
O olaylar olduktan sonra çekildiler, o ortamda nasıl devam edebelirlerdi? Hatice Hanım sanırım fakültesini değiştirdi. Bu durum bana anormal gelmişti. 40 senedir ülke bu işin tartışmasını yaşıyor ve geldiğimiz noktaya bakın. İnanılmaz bir şey, keşke hiç yaşanmasaydı. Üniversite öğrenciliğim sırasında başörtüsü sorunu vardı. 28 Şubat sürecinde İlahiyat Fakültesi Dekanı olarak aynı sorunla karşılaştım. Israrla bu sorun önemli bir gündem maddesi olarak muhafaza edildi. Bu konu bu şekilde ele alınmamış olsaydı, zaman içersinde normal mecrasına girerdi. Ne sebeple olursa olsun, konu kişisel hürriyetler bağlamında ele alınmış olsaydı, bu acılar yaşanmazdı.
-İlahiyatta öğretim üyesiyken nasıl Diyanet İşleri Başkanı oldunuz?
Dönemin Devlet Bakanı Kazım Oksay, bir gün fakülteyi aramış ve not bırakmış. Kendisini de tanımam. Makam aracını gönderdi ve Meclis’te görüştük. Beni Diyanet İşleri Başkanı olarak düşündüklerini söyledi. O zaman apartman yöneticiliği tecrübem de öyle bir idealim de yok. Düşündüm, taşındım ve ‘Olmaz bu iş!’ dedim. O sırada atama kararnamesi de çıkmış. Bakan Hasan Celal Güzel’e gittik. Bize Resmi Gazete’yi gösterdi. Şaşkınım! ‘Resmi Gazete’de çıkardınız diye beni zorla oraya mı götüreceksiniz?’ dedim. Bana bir şeyler anlattı. Oradan öyle çıktık ve Diyanet İşleri Başkanlığı’na başladık...
ARI KOVANINA ÇOMAK SOKMA!
-Hasan Celal Güzel size ne anlattı?
‘Her yöneticiye gittiğin yerde kendi kadronu kur derim ama Diyanet için aynı şeyi söyleyemem’ dedi. ‘Orada böyle bir şeye girişirsen, arı kovanına çomak sokmuş gibi olursun. Senin de elin yüzün şişer, benim de şişer. Zamanla gözlemle, kendin boşlukları görürsün, yaparsın’ dedi.
-Devlet Bakanı olarak Alevi açılımına imza attınız. Diyanette neler yaşadınız?
Askeri disiplin ve katı bürokratik kuralları olan ve Türkiye’deki cemaat ve gruplarla mücadele içinde bir kurumu devraldım. Bir defa onları kucaklamaya çalıştık. Koca bir devlet kurumu,herhangi bir dini grupla mücadeleye girerse onun kazananı olmaz. Diyanette en önemli icraatlarımdan biri de mensuplarımızın eğitim kalitelerini ve eğitim seviyelerini yükseltme projesiydi. Bunun için Açık Öğretim dahil imkanlar devreye sokuldu. İdari anlamda, Başbakan Turgut Özal ile de bir nevi sözleşmeli personel projesi düşündük ama hayata geçemedi. Özal ile ölümüne kadar bu ve benzeri konuları görüşmeye devam ettik.
-Özal bir dini açılım düşünüyor muydu?
Tabii. Açılım derken ‘Dini alanda zaman zaman ortaya çıkan bir kısım sorurnları nasıl aşabiliriz? Din anlayışımızdaki bir takım yanlışları nasıl düzeltebiliriz? Dini alandaki tahammülsüzlük nasıl aşılabilir? Din birleştirici bir unsur olması gerekirken, neden zaman zaman ayrıştırıcı olarak algılanır?’ gibi konuları tartışmasını çok severdi.
-Siyaseti bırakmak zordur...
Bakanlıktan ayrıldığım zaman şöyle bir şey yaşadım: Görev saham çok genişti. Yurtdışındaki Türk vatandaşları, TİKA, Diyanet ve uluslararası önemli işlerle uğraşıyorsunuz. 24 saat çalışıyorsunuz ve bir gün bitiyor. Milletvekili olarak meclise gidiyorsunuz ve size bu defa tayin işleri için geliniyor. Sanki birden frekans değişiyor. Allah’a şükür öyle yapışıp kalmış değilim, hemen uyum sağladım. Kimseye de kırgın değilim. Yönetim hayatında olup da yanlış yapmayan olmaz. Hak-hukuk geçmişliği vardır. Ben de kitabımda herkesten helallik istedim.
Ramazanda uymakla olmaz
-Sorbonne Üniversitesi’nde doktora yapmak size neler kattı? İslamiyet’e bakışını etkiledi mi? Daha liberal ya da daha katı mı yaptı?
Çok şeyler katıyor. Bir defa oradaki çalışma tarzını, disiplinini öğreniyorsunuz. Dilini öğreniyor, bol kaynaklara ulaşıyorsunuz. Yurtdışında insan daha hassas oluyor. Dine daha çok sarılıyor, milli duygular daha artıyor.
-Fransa dönüşü Prof. Dr. Hüseyin Atay’ın asistanı olmuşsunuz. 12 Eylül sürecinde ilahiyatta neler yaşandı?
Hüseyin Atay Hoca Türkiye’de zorunlu din derslerinin Anayasa’ya girmesini sağlayan kişidir.
-Din dersleri nasıl zorunlu oldu? Bir komplo teorisi olarak hep ABD’nin ‘Yeşil Kuşak Projesi’ kapsamında ‘Ilımlı İslam nesli yaratılması’ için Türkiye’de din derslerinin zorunlu yapıldığı iddia edilir...
Allah Allah, ne Amerikası? 12 Eylül darbesi sonrasında, Hüseyin Atay Hoca’da ‘Okullardaki seçmeli din dersi zorunlu hale getirilsin’ düşüncesi oluştu. Kendi kendine oturup din derslerinin neden zorunlu olması gerektiğine ilişkin rapor yazdı. Bana ‘Daktiloya çek, beş-altı hocaya imzalat ve getir’ dedi. Ama kimse imza atmadı. ‘İhtilal ortamında böyle bir yazı mı olur?’ dediler. Hoca ‘Bırak onları, tek kişilik imza yeri aç yazıya’ dedi ve imzasını atıp gönderdi.
-Kime?
Devlet Başkanı Kenan Evren’e. Bir süre sonra Kenan Evren, Hüseyin Atay Hoca’yı köşke çağırdı. Hoca ‘Bu bir ihtiyaç ve bu işi okulda öğretelim. Dini okulda öğretmezsek, çocuklara sağda solda biri böyle, diğeri şöyle öğretir. Ondan sonra da bir karmaşa olur’ diyor. Konuşmanın temeli bu. Evren’in kafasına yattı ve ‘Doğru’ dedi.
-Yani zorunlu din dersleri Prof. Dr. Hüseyin Atay’ın bir eğitim projesiydi.
Evet. Türkiye’de din derslerinin zorunlu hale gelmesini sağlayan Hüseyin Atay Hoca’dır. Bir iş zor olduğunda herkes bir tarafa kaçar ama bittiği zaman da herkes ‘Orasından burasından ben de tutmuştum’ diye ortaya çıkar. Şimdi ahkam kesmek çok kolay ama bu o şartlarda çocukların dini doğru öğrenmesi için düşünülen, iyi niyetli bir projeydi. Ondan sonra yaftaladılar, yok ‘Yeşil Kuşak Projesi’ yok kırmızı kuşak... Allah iftiradan korusun! Herkesin bir hesabı var, Amerika’nın da bir hesabı vardır. Ama bu benim bildiğim bir şey, öyle bir proje olsaydı herhalde bir şekilde hissederdik. Hoca ‘Amerikalılar böyle bir şeyle geldi’ derdi. Sonra onlar bunu sahiplenmeye mi çalıştı, onu bilmem.
-Son olarak, Ramazan ayındayız ve vatandaşlara nasıl bir Ramazan geçirmelerini önerirsiniz?
Ramazan ayı, sadece birtakım ihtiyaçlardan mahrum kalmak demek değildir. Ramazan, Sayın Başbakan’ın da ifade ettiği gibi lüks otellerde iftar açılacak zaman da değildir. İnsanlar yoksullarla yardımlaşmalı, onlarla zaman geçirmeli ve bir an durup ne yaptıklarını, nasıl bir hayat sürdürdüklerinin muhasebesini yapmalı. Aynı şirketlerin yıl sonu muhasebesi yapması gibi. Bu sadece o kutsal günlerde yapılması gereken bir şey de değil. Bu hasletlerin tüm hayatı boyunca insanları yönlendirmesi gerekir. ‘Yani o gün kurallara uyalım, sonra istediğimiz gibi yaşayalım’ olmaz.