. İslam diniyle şereflenen Türk boyları, sahip oldukları bu kültürü Anadolu’ya geldiklerinde de devam ettirmiş, sporu yeni hayatlarının merkezine kolayca konumlandırabilmişti.
Anadolu’da gaza faaliyetlerinde bulunan beyliklerin içtimai hayatlarında spor, çok önemli bir yere sahipti. Kız-erkek, her çocuk küçük yaştan itibaren ata binmeyi, güreş tutmayı, ok atmayı öğrenirdi. Askeri spor adıyla da bilinen bu tip oyunlar hem bir sportif faaliyet olarak görülüyor hem de savaşa her an hazır hale gelmek için yapılıyordu. En iyi sporcuların yetiştiği yerler genelde tekkelerdi. Nasıl değişik esnaf gruplarının biraraya geldikleri tekke ve zaviyeler varsa belli bir spor dalını uzmanlık haline getirmiş adeta bir okul haline gelmiş spor tekkeleri de vardı. İnsan hayatını ciddi bir şekilde disipline eden bu tekkelerin başında, muhakkak bir spor branşında kendini ispat etmiş, uzmanlaşmış şeyhler bulunuyordu.
GÜREŞ TEKKELERİ VARDI
Türklerin kadim sporu olan ve geçmişi çok eskilere dayanan güreşe karşı Anadolu’daki tasavvuf ehli kayıtsız kalmamış, neredeyse her önemli yerleşim merkezine güreş tekkeleri adıyla bilinen müesseselerin kurulmasını sağlamıştı. Ancak bu tekkelerin sadece güreşçi yetiştirmek için kurulduğunu düşünmek yanlış olur. Buradaki gençlerin her biri aynı zamanda vatanı ve inancı için mücadele eden birer gaziydi. Osmanlı’da kurulan belli başlı güreş tekkeleri arasında Orhan Gazi zamanında Bursa’da, I. Murat zamanında Edirne’de, II. Murat döneminde Manisa’da kurulan tekkeleri sayabiliriz. Bunun yanına İstanbul’da Pehlivan Şüca Tekkesi, Pehlivan Demir Tekkesi, Konya Güreşçiler Tekkesi, Mekke, Mısır, Urfa, Şam, Gelibolu ve daha birçok bölgede kurulanları da ekleyebiliriz. Güreşçi tekkelerinin başındaki şeyhler, bu sporda isim yapmış ve otoritesi herkesçe kabul edilmiş kimselerdi ve buraya sadece güreşe gönül veren, vücudu dayanıklı, bekar, içki içmeyen, zamanının çoğunu güreşle geçirmeyi kabullenecek gençler alınıyordu. Tekkelere kabul edilen gençler hafta da en az iki kez güreş tutmak, cuma günleri ise umumi yarışmalara katılmak durumundaydı.
Türklerin kadim sporlarından biri de okçuluk. İslam toplumlarında da mühim bir yere sahip olan bu spor, Osmanlı döneminde daha da gelişti ve kurumsal hale geldi.
II. Selim devrinden itibaren yapılan savaşlarda artık ok ve yay kullanılmamasına rağmen okçuluk, Osmanlılarda 19’uncu yüzyılın sonuna kadar devam etti. Bunun belki de en önemli sebebi okçu (kemankeş) tekkeleriydi. İstanbul, Edirne, Kahire gibi birçok önemli şehre açılan okçu tekkeleri, kendine has kurallarıyla bir taraftan gençlerin beden ve ruh terbiyesini sağlamlaştırırken bir taraftan da okçuluk konusunda müthiş bir eğitim veriyordu.
ŞEYHLİK USTALIK İSTERDİ
Bu tekkelerin şeyhleri aynı zamanda ‘bin yüzcü’ adıyla da bilinirdi. Bu tabir, şeyhin kendine ait ok menziliyle ilgiliydi ve bu rakama ulaşmak büyük ustalık isterdi. Mutlaka abdestli bir şekilde her gün idmana çıkan gençler önce içine pamuk çekirdeği doldurulmuş torbalara “Ya Hakk” nidaları eşliğinde ok atışı yapar ardından gün içinde belli aralıklarla idmana devam ederdi. Padişahlar da okçulara zaman zaman destek olmuş; IV. Murat, III. Ahmet, III. Selim ve II. Mahmut, kendi adlarına Okmeydanı’nda nişan taşları diktirti. Bu ilginin en güzel örneklerinden biri Fatih Sultan Mehmet Han tarafından İstanbul’da yaptırılan Okçular Tekkesi. Bu tekkeye daha sonra başta Sultan II. Bayezıd olmak üzere Koca Davut Paşa ve İskender Paşa gibi birçok vezirde yaptırdıkları ilavelerle destek olmuştu. Aynı zamanda birer kulüp olarak da düşünebileceğimiz spor tekkeleri, genç dimağlara güzel ahlakın yanında nefsi terbiye etme alışkanlığı da kazandırmış toplumsal çöküntünün yaşanmasını uzun bir süre engellemişti. Caner Arabacı’nın, İstanbul Müftülüğü’ne ait Din ve Hayat dergisinin 17’nci sayısında yayımladığı makale, bu konuyla ilgili daha geniş bilgiler edinmek isteyenler için çok güzel bir çalışma.