Gerçekten soru bu mu olmalı?
CHP'nin İstanbul kongresinin iptali yeni bir başlangıç değil; herkesin bildiği bir krizin mahkeme kararıyla mühürlenmesidir. İstanbul 45. Asliye Hukuk Mahkemesi, 8 Ekim 2023'te yapılan kongreyi iptal ederek kangrene dönmüş tartışmayı resmileştirdi.
Genel Merkez'in tepkisi sert oldu. "Atanmış kayyumu tanımıyoruz" denildi, Gürsel Tekin savunması alınmadan ihraç edildi. Bu, basit bir disiplin işlemi değil; şaibe iddialarına hukukla değil refleksle verilen cevabın göstergesiydi. CHP, krizi yönetmek yerine hep derinleştiriyor.
Bir kere yolsuzluk davası ile kurultay davasını ayırarak süreci anlayamayız. Bugün yaşanan tablo, Ekrem İmamoğlu ve ekibinin oluşturduğu sistemin bir sonucudur. İtiraflar var ortada. Pavyon köşelerinde yapılan pazarlıklar, telefonlar, tabletler ve ardından gelen ihbarlar ile itiraflar... Hey gidi hey... Bürokratik oligarşinin odağı CHP, bir müteahhidin stratejisinin aparatına dönüşerek adliye koridorlarına düştü.
Makyavelli ne demiş: "İhanet edenler her zaman bir gerekçe bulur; ama ihanetin gerekçesi sadakatsizliği mazur göstermez." CHP'nin içinde de tam bu yaşanıyor; delegeler para ve makam karşılığında saf değiştiriyor, sonra da bunu "partinin geleceği" ya da "iktidar stratejisi" adına meşrulaştırıyor. Yankı odasında karşılık bulmadı mı? Buldu.
Hain lafı ne kadar kolay kullanılıyor şu CHP'de.
Kılıçdaroğlu için "Kongre'de alamadığını yargıyla mı alacak?" diyerek hain söyleminin zemini oluşturuluyor. Oysa kongreyi yalnızca 18 oyla kaybetti Kılıçdaroğlu. Kaybedişin sebebi de davaya dönüşen şaibe iddialarıydı. Yani davanın konusu zaten bu. O yüzden o soru gerçekçi değil.
Dilimize pelesenk oldu... İhbar eden de, itiraf eden de, suçlu da CHP'li. Hikaye bölüşüm sorunu ve sistemin mağdurları ihbarcı.
Peki Kılıçdaroğlu da Gürsel Tekin gibi ihraç edilebilir mi? Tüzük buna imkân tanıyor, gerekçe hazır: "parti aleyhine açıklamalar" ve "örgüt disiplinini bozmak." Ama seslerin yükseldiği bir zamanda şu basit gerçeği hatırlatmak lazım: Kılıçdaroğlu 13 yıl boyunca partiyi yönetti; her kurultayda delegelerin oyuyla seçildi. Onu ihraç etmeye kalkmak, kesin olarak partide büyük bir parçalanmaya yol açar.
Hatırlayalım... 30 Mayıs'ta Kılıçdaroğlu sessizliğine dair eleştirilere karşı "Sessizliğimiz suskunluk değil, sorumluluktur." çıkışını yapmıştı. Ardından şaibe tartışmalarına gönderme yaparak CHP yönetiminin tavrını hedef aldı ve "Sükut ikrardan gelir" dedi. Ve kendisine yönelen tehditlere karşı meydan okudu: "Beni elektrik direğine asmakla tehdit edenler de var, silahla vurulmamı isteyenler de... Sizden korkan sizden namerttir."
Bu ifadeler, Kılıçdaroğlu'nun yalnızca kendi konumunu savunmadığını; aynı zamanda CHP yönetiminin şaibeler karşısındaki sessizliğini de "ikrar" sayarak doğrudan mahkûm ettiğini hatırlatıyordu. Ve bu ciddi karşılık bulmuştu tabanda.
Kavga irtifa kaybının bir sonucu neşet ediyor CHP'de. Dolayısıyla yaşadığı şey basit bir kongre ihtilafı değil; doğrudan bir yozlaşma meselesidir. "Sarayın hukuku" diyerek süreci savuşturmak bir çıkış değil, siyasetsizliğin itirafıdır. Pazarlıkların siyasetin, rüşvetin sandığın yerine geçtiği bu tabloda CHP, kendi gerçeğini göremeyen; bir yankı odasında kendi sesini dinleyen bir partiye dönüşmüştür.
Kılıçdaroğlu döner mi? Mahkeme mevcut yönetimi düşürürse evet, teknik olarak dönüş yolu açılır. Ama dediğim gibi asıl mesele bu değil. CHP'nin ihtiyacı siyasetin, hukukun ve meşruiyetin yeniden tesis edilmesi. Aksi halde yüz yıllık tarihine rağmen CHP, bir siyasi aktör değil, kendi içine sinmiş kir ve yozlaşmanın sembolü olmaya mahkûm olacaktır.