26 Nisan 2024 Cuma / 18 Sevval 1445

Dr. Necdet Subaşı: Kültürel gerilim bahsinde yeise gerek yok, devinim içindeyiz

Subaşı: Ne paniğe ne yeise gerek var. Aksine tüm bu devinimler güçlü bir enerjiyle içiçe olunduğunun ispatı. Mesele yeni zamanların ürettiği sorularla kendimizi rehavete kaptırmadan karşılaşmayı göze almak. Bunun iktidarla, siyasetle alakası yok.

FADİME ÖZKAN14 Ocak 2019 Pazartesi 07:00 - Güncelleme:
Dr. Necdet Subaşı: Kültürel gerilim bahsinde yeise gerek yok, devinim içindeyiz

Aslında bitip tükenmeyen bir konu, kültürel iktidar konusu... Cumhuriyet tarihinden de eski sanırım… Şuradan başlayalım, kültürel iktidar deyince neyi anlamalıyız?

Evet, konu oldukça eskilere dayanıyor. Baskın otoriter tahakküm iktidar bileşenleri arasında öne çıkan bir unsur olarak belirginlik kazandığında bundan beklenen sadece gündelik hayatın akışının değil onu inşa eden, sürdüren ve pekiştiren insanın da bütün âlet ve edevatıyla birlikte nasibini alması oluyor. Bedenle başlayıp zihinle ilerleyen bir süreç yer yer acıtıcı yer yer de bir kazanım olarak görülüyor. Gerçi oldukça eski bir niyet ama asla eskimiş değil. Siyasal otoritenin tanzim hakkı ne ölçüde meşru, başka bir tartışma konusu belki, ama tarihte bunu es geçip ihmal eden istisnai bir yapıya tanıklık etmek de zor gibi.

Burada esas mesele güçlü bir otoritenin hiçbir ahlâki manipülasyona fırsat vermeden toplumsal meşruiyeti arkasına aldığında, onun bizi bütün bu sahip olduklarımızla birlikte nasıl yeniden ele alıp şekillendirmek isteyeceğiyle ilgilidir. Kim bilir belki de bu biçimlendirmeye duyulan ihtiyaç hükmetmenin doğasında vardır, belki de bu çaba bizatihi ele geçirme mantığının esaslı bir parçasıydı. Öyle ya, emek verdiniz, kazandınız, sizden beklentiler var; peki böyle mi sürecek bu hayat? Hayatın şu bildik akışına sizin bir katkınız olmayacak mı? Bir müdahaleniz olmalı, amenna, ama nasıl?

 

KURTARMA, ONARMA, İNŞA

Nasıl? “Hayatın şu bildik akışına iktidarın nasıl bir müdahalesi”, nasıl bir katkısı olmalı?

Biraz kamusal talepkârlıktan, biraz da siyasetin tabiatından beslenen gerekçelerle kendi meşruiyetini temellendiren iktidarın artık yeni bir ufuk taramasına ihtiyacı var. Öte yandan olayın insani ilgi ve heveslerimizle kışkırtılan yanları da var, olabilir de olmalıdır da. Bütün bu kargaşayı aşmanın mümkün yolları arasında hem yüksek bir riyasete sahip olmak hem de bu nimeti bütün bileşenleriyle birlikte sürekli tazelenen geniş bir toplumsal mutabakatla ilişkilendirmek gerekir. Kurtarma, onarma, düzeltme, dağıtma ve inşa... Bunlar hemen her siyasal iktidarın olmazsa olmaz hedefleri arasında yer alır. Bunda bir tuhaflık yok. Ne var ki bu bağlamda ortaya konulacak her ameliye siyasal temsille gündelik hayat arasındaki ahengi de gözetmek zorunda.

Mesela kültür söz konusu olduğunda siyasal iktidar olmanın, mesela bizim gibi büyük tarihsel travmalara maruz kalmış toplumlar nezdinde kolayca hatırlanabilecek rövanşist tarafları da var. “Ansızın geldiler, beklemiyorduk, mütemadiyen yıktılar; oysa bizim onlardan bir talebimiz olmamıştı, ama dedikleri yerde dedikleri gibi de durmadılar, buldukları her şeyi yerle bir ettiler hem memleketin hem de bizim ruh dünyamızı allak bullak ettiler. Biraz şizofren olduk, sabitelerimizle oynadılar, eksenimizi kaybettik, oysa biz öyle iyiydik.”

 

KESTİLEMEYEN YENİ SOSYOLOJİLERLE BAŞIMIZ DERTTE

Bu “hissiyat” genel bir hissiyat mıdır?

Tasfiye edilenin kaybettiği her ne varsa onları vakti saati gelince gerçekleştireceği kapsamlı bir karşı çıkış için eleştirel mühimmat olarak kodlaması bilindik bir gelenek. Bizde olduğu gibi moderniteyle şiddetli bir gerilim ekseninde karşılaşan ve bilumum dünya nimetleri başta olmak üzere, bilişsel güvenliğini, akıl sağlığını ve ağız tadını kaybeden bir coğrafya için geçmişte kalmak başka her durumdan daha derin nostaljik anlamlar içermektedir.

Sömürgeci tahakküm, hayatın akış hızına eşzamanlı bir şekilde dahil olamama, hemen her durumda kendi yağıyla kavrulmaya mahkûm olma, her daim eziklik ve elden ayaktan çekilmeye zorlanma trajiktir ve sonuçları, sıralanan bu durumları fiilen yaşayanların bile önceden kestiremeyeceği yeni birtakım gerilimlere yol açabilir. Sosyal değişim süreçlerine ağır tazyiklerle, kapsamlı müdahalelerle dahil olanların yaşadıkları kadar ortaya koydukları hasıla da gözler önündedir. Bu tür durumların açığa çıkardığı gerilimlere Türkiye örneğinde özellikle de AK Parti örneğinde birebir şahit olmak mümkün değildir. Ancak durum bizde daha da farklıdır.

Nasıl bir fark var?

Bugün gelinen noktada önceden kestirilemeyen yeni sosyolojilerle başımız derttedir ve bu durum sadece sosyal bilimcileri değil toplumdaki belli başlı temsil alanlarını da söze karışmaya zorlamaktadır. Esasen olan da budur ve artık herkes konuşmakta, herkes bir şeyler söylemektedir.

 

YENİ BİR TALEPKARLIK OLUŞTU

Yeni sosyolojileri konuşalım ama biraz geriden alarak yakın döneme bir bakalım isterim. Şuradan başlayalım. Siyasi iktidarın el değiştirdiği ve politik gidişatı değiştirdiği tarihten itibaren kültürel iktidar mevzuunda bir değişim yaşanmıyor, eski elistler bu alanda hala hakim konumda, hatta buyurgan tavır devam ediyor. Lakin peyda olan hoşnutsuzluklar da son bulmuyor. Bilhassa bu döneme baktığımızda değerlendirmeniz nedir?

İnsanların iktidarlardan beklentileri farklı olabiliyor. Bana kalırsa AK Parti’nin uzun erimli siyaset hikâyesinde de güçle birlikte evrilen ve çoğumuza hâlâ bir sürpriz gibi görünen ağır sosyolojik farklılaşmalar var. Siyasal iktidarları ayakta tutan hem farklı talepler hem de bunların gerçekleşme düzeyleri. Siyasetin kendi tabanının beklentileri söz konusu olduğunda bütün bunları karşılama, seçmen kitlesini tatmin etme gibi bir yükümlülüğe sahip olmasında yadırganacak bir şey yok. Ancak AK Parti gibi siyasi tarihimizde benzeri çok az görülebilecek güçlü ve geniş bir iktidar pratiğinin değişen sosyolojilerle birlikte, ilgi ve atakları çeşitlenen bu seçmen tabanının arz ve taleplerini karşılayabilmesi için de hem bu değişimi sakin bir şekilde takip edebilmesi hem de bu değişimin açığa çıkardığı sorunları büyük bir soğukkanlılıkla okuması ve aşması gerekir. Ben kendi payıma hiç de kolay seyretmeyen bu gidişattan, taleplerini dile getirmek için sıraya girenler arasında en çok da kültürel kayıpların cetvelini tutanların daha içli bir bekleyiş içinde olduklarını düşünüyorum. Hayıflanma, serzeniş ve sitem edebiyatıyla gündelikleşen bu örtük dilin altında yeni bir talepkârlık hızla kendini inşa etmektedir.

 

KÜLTÜR VE MANEVİYAT NE DURUMDA?

“Kültürel kayıplar” dediniz. Eskiyi onarmak ya da kaybedilenin yerine yenisini koymak üzere belirginleşen yeni bir kültürel talepkarlık mı söz konusu?

Siyasal iktidarın dışarıdan tanımlanan ve çoklukla endüstriyel polemiklerden medet uman bıktırıcı suçlamalara rağmen aslında kendi sahici kitlesinin özellikle kültürel bağlamlardaki beklentilerinin gerçekleştirilmesi konusunda genellikle bir gecikme yaşadığı bilinen bir durum. Hayat tarzında maksimum değişiklikler, yeni fırsat alanlarının oluşturulması, konfor ya da sınıfsal etkileşimler bir yana bence asıl karşılığı aranması gereken şey bütün bu değişim atmosferinin açığa çıkardığı sosyal ve kültürel hareketliliğin nasıl bir vuzuha kavuşturulacağı.

Hızla değişiyoruz, kültürel iklimler arasındaki geçişler sanıldığın aksine daha da kolaylaştı. Artık hiçbir hava kimseyi çarpmıyor ve geçişkenliğin rahatlığı hakkında sosyal bilimcilerin çok şeyler söyleyebileceğini düşünüyorum. Eskiler bu değişim fırtınasına uyum sağlamaktan yoruldular, yeniler için bunların hiçbirinin anlamı kalmamış gibi. Bu durum her şeyden önce dinî ve kültürel aidiyet, mensubiyet ve kimlik bilinci konusunda yeni birtakım kaygıları harekete geçiriyor. Hızlı ve dünya şartlarını yakalama azmindeki sosyo-kültürel gelgitler karşısında ayakta kalmak isteyenler için ahlak daha fazla göreli olmaya başladı, felsefe her zaman lüks, entelektüel ilgiler ise kalıcı bir yama olarak sırıtmaya başladı. Dine gelince, belki birazdan söz oraya da gelecek, o da bambaşka bir referans seti olarak yaşama enerjisinden çok haberdar olunması gereken bir bilgi stoku havasında selamlanmaya başladı. Oysa millet bütün bu herc ü mercin akışkan hızını kavramakla birlikte yine de bütün bunlara karşı belli başlı karar vericilerin ellerinde ne gibi öngörüler var ne gibi hazırlıklar var bilmek istiyor. Hatta eğer varsa, bu hazırlıkların hayata nasıl geçirileceği konusunda da somut birtakım adımların varlığından bizzat haberdar olmak istiyor. Sonuçları beklemeye takatleri var mıdır, onu da bilmiyorum. Bugün asıl takip edilen, uzun bir tarihi tecrübenin ardından siyasetin belirleyici unsurları arasında yer alan o temel motivasyonun ne olduğuyla ilgili. Yani kültür ve maneviyat ne durumda? Kişisel kanaatim, kültüre ve maneviyata ilişkin bir beklentiler toplamının siyaseti tam da yola çıkıldığı o ilk günkü heyecan içinde kendini var etmeye devam ettiği yönünde.

 

LAİKLERİ KORKUTAN “ŞEY” DİNDARLARI DA MUTLU ETMİYOR

Bir yanda heyecanlı bir bekleyiş, bir yanda dile getirilen yaşam biçim endişesi. Gerçekliği var mı bu korkuların, endişelerin?

Kendini laik, Kemalist ya da AK Parti’nin tazammum ettiği siyasi dil ve lehçenin bir şekilde dışında görenlerin her fasılda dile getirdikleri korkularının yersizliğine ben de inanıyorum, ancak bizim bu inancımızın mevcut kanaati değiştirecek bir tarafı yok. Siyasette alışılmamışın dışında bir söylemin yepyeni bir üslup içinde iktidar olmasını hazmetmek kolay değil. AK Parti’nin bilerek ve isteyerek yaslandığı dünyanın dinî, siyasi, kültürel ve entelektüel çıktılarını kendi yaşam alanlarının tasfiyesi olarak görmekte ısrarlı pek çok insan var ve bunlar her geçen gün daha bir kendilerini ikna edecek argümanlarla temasa geçerek iktidar karşısındaki huzursuzluklarından yekpare bir cemaat oluşturmaya yöneliyorlar. Devletten hiçbir ayırıma mahal vermeksizin tüm toplumun çıkarlarını gözetme ve onları ortaklaşa iyi sayılabilecek bir noktada buluşturması beklenirken siyasetten beklenen de belli başlı aktörlerin kendi programlarının makuliyetine inananların sayısını artırmaları, programları etrafında oluşan muğlaklık ve müphemliği gidermeleri ve etki alanlarını olabildiğince genişletmeleri. Bu da ister istemez sıkça ihmal edildiği düşünülen kültürel bahislerin yeniden ortaya getirilmesini ve üzerinde çalışılmasını zorunlu kılıyor. AK Parti’nin siyasi programlarını üzerine oturttuğu ana mihverin meşruiyet çizgisiyle perçinlenebilmesi için de onun başta gündelik hayat olmak üzere hemen her alandaki niyet ve tasavvurunun gerçeklikle temasa geçmesi gerekiyor. Bugün bir bakış açısına göre geciken, bir başka açıdan ise ihmal edildiği düşünülen esas temas noktası kültür olarak açığa çıkıyor. Kültür üzerine güçlü bir hamleye duyulan ihtiyaç fark edilip üzerine heyecanla gidildiğinde belki dindar ve muhafazakâr parti tabanında varolan çekingen sitemler geri çekiliyor, ancak bu sefer de bu akışa oldum olası karşı olanlar nezdinde kendi hayat tarzlarına yönelik müdahalelerin sınır tanımaz bir hızla arttığı yönünde idrak dünyamızı hafife almaktan çekinmeyen karşı bir saldırı edebiyatı ortalığı kaplamakta gecikmiyor. Belki bu gerilim kaçınılmaz bir şey ama yeni bir kutuplaşmaya fırsat vermeden olması gereken laikleri korkutan şeyin dindarları mutlu eden bir şey olmadığının açıkça altının çizilmesi olacak.

 

AÇIKÇA AYIP VE NAHOŞ ŞEYLER

Meltem Cumbul’un Semih Kaplanoğlu’na “eşitim değilsin” deyip sahnede tokalaşmaması. Metin Akpınar’ın söyledikleri. Rutkay Aziz’in Cumhurbaşkanına “Mozart dinlese, iyi gelir” demesi, Altan Öymen’in “bir kadını dansa kaldırsa…”, Yılmaz Özdil’in “bir bardak rakı içse…” dediği başörtülülerin hakarete uğradığı bir evre… Nedir bu?

Bunlar tabii ki tek kelimeyle ayıp ve nahoş şeyler. Ama ben yine de öne çıkan bu dilin ardındaki korkuyu, küçümsemeyi hem mutlaklaştıran hem de sözüm ona makul bir şekle büründüren o edayı anlamaktan yanayım. AK Parti istese de istemese de, onun ortaya koyduğu resme uysa da uymasa da belli ki bu dil üsttenci tavrını ilerici-gerici, laik-dindar geriliminde ele alıp alt etmekten yana.

 

EVRENSEL ÖLÇEKTE BİR ÜRETİM YOK

Kültürel iktidarından vazgeçmeyen elitistlerin toplumun diğer kesimlerine yönelen buyurgan, saldırgan dilini, tavrını neyle açıklıyorsunuz?

Bunu anlamak zor değil, ama birlikte aşmamız gereken bir sorunla karşı karşıyayız. Kim iktidarından olmayı, kim sahip olduğu şeyi kaybetmeyi ister ki? Hem bu son kale olarak tanımlanmış, tatmin edici son statü olarak alkışlanmışsa. Bunun bir ne al gülüm ver gülümle ne de bir savaş çığırtkanlığıyla el değiştireceğine inanmıyorum. Aksine kimin öyle bir iktidara ihtiyacı varsa bunu o alanın gerektirdiği koşullara harfiyen sadık kalarak ancak erişebileceğini düşünüyorum. Bununla birlikte bugün kültürel iktidar diye tanımlanan şeyin ne ölçüde kültür ne ölçüde iktidar olduğu da tartışmaya açık. Kültürellik kapsamında tanımlanmış bir dizi etkinlik alanında kimin hangi ölçüde ne ortaya koyduğu izaha muhtaç. Ben şahsen bu abartıya da itiraz edenler arasındayım. Kimsenin ortaya bir şey koyduğu yok. Edebiyatta, sanatta, ya da kültürün belli başlı kategorilerinde ortaya konan üretimlerin mesela evrensel ölçekte oturulup konuşulmasında inat etmek bile bu alanlara yaklaştırılmayanlar için esastan yeni keşifler sağlayabilir. Maalesef kültürün doğası ve işleyişi hakkında çoğu kompleks, özenti ve anlamsız mugalatalardan öteye gitmeyen bir pazarda sergi açma hevesi de bizim kendi kötürümlüğümüz. Oysa bir kategoriye meydan vermeksizin şunu da söylemek gerekir ki hiçbir kalıpla, ideoloji ya da kimlikle doğrudan temas kurulmaksızın oturup soğukkanlı bir şekilde ele alıp takdir edilecek çok güzel şeyler de var. Kavga peşinde olanların patent merakı, marka düşkünlüğü sahici olanın öne çıkmasını kısıtlıyor. Yazık bu verimliliğe.

 

KÜLTÜREL İKTİDAR İÇİN YAPILANMA, DEVAMLILIK, ÜRETİM VE ÖZGÜNLÜK GEREK

Peki, kültürel iktidar mı kültürel tahakküm mü söz konusu elitistler açısından?

Bu sorudan murat elitistlerin el değiştirmesiyse bunu derinlemesine konuşmak gerekir. Ortada mevcut entelektüel birikime burun kıvıranlardan, farklı mecralarda gelişen verimliliklerin niteliği hakkında kendilerinde bir derecelendirme hakkı görenlerden bahsedildiği açık. Bunu kabul etmek mümkün değil, hem de onur kırıcı. Demin de vurguladığım gibi kültürel bağlamların ayrı birer nirengi noktası var ve bunu sıradan-alelade işlerle karıştırmamak gerekir. Kültürel iktidarda bir yapılanma, devamlılık, üretim ve özgünlük söz konusu. Aslında bu niteliklerle donanmış bir yapının kalkıp arz-ı endam etmesine gerek yok. Zaten varlığı iktidar. Bunu anlamak zorundayız. Tahakküm bir eziyet ancak iktidar işin doğasından geliyor. Bugün sık sık tartıştığımız olay, bir tahakküm seferberliği içinde yeteneklerimizi, yönelimlerimizi, duygu dünyamızı zapt ü rapt altına almak isteyen tahakküm alanı.

 

KÜLTÜREL GERİLİMİN ODAĞINDA NE VAR?

Olayın farklı bir boyutu daha var. Aynı elitistler zaruretten oluşan siyasi muhalif konumlarını bir üstünlük gibi sunuyorlar. Sanatçının iktidara muhalif olmasının şart olduğundan bahsediyorlar. Ama AK Parti’ye ve öncüllerine kadar da gücün toplandığı iktidar sahipleriyle gayet yakındılar oysa?

Bu çelişkiler ortada ve anlamak da zor. Burada gözlenen kültürel gerilim ya da bir değiş tokuşa fırsat vermeyen endüstriyel yapılanma. Sanatçılar hakkında bir genelleme yapmak istemem, başta emek olmak üzere ortaya konan ürünlerin bir takdir hakkından daha ötede muaheze edilmemesi gerektiğini düşünenlerdenim. Açıkçası bir kotaya fırsat vermeksizin topluma iyi, doğru ve güzel konusunda sahici örnek modeller sunma gayretinin her türlü takdirin üzerinde olduğu kanaatindeyim. Ancak belirtmek gerekir ki sanat ve edebiyat gibi alanların dilinden siyasal pragmatizme ya da gündelik hazlara veya gelip geçici tutkulara alan açan bir dile tav olmak asla tasvip edilemez.

 

YABANCILAŞMADAN YAPABİLMEK

AK Parti 16 yıldır iktidarda ve artık hâkim parti konumunda. Ama siyasi alandaki istikrarına, sistemi değiştirme gücüne rağmen kültürel iktidar konusunda zayıf görünüyor. Bunu Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Erdoğan da “siyasi iktidar olduk ama sosyal ve kültürel iktidar olmak konusunda sıkıntılarımız var” diye ifade etmişti 2017 baharında. Neden böyle bir sıkıntı var?

Evet saygıdeğer Cumhurbaşkanımız bunu birkaç yıl önce samimi bir özeleştiri kabilinden toplum önünde dile getirmişti. Bir kere bu yakınma çok özel ve çok gizli mahfillerde konuşulmuş bir hayıflanma değil. Aksine bütün topluma duyurulması arzu edilen bir söylem. Konunun doğru anlaşılması için, “biz” kavramı başta olmak üzere, “sosyal” ve “siyasal” iktidar” kavramlarını yeni baştan ele almak ve çözümlemek zorundayız. Ben Sayın Cumhurbaşkanımızın bir sınıfa, bir zümreye atfedilen eleştirilerini anlıyorum ve talep ettiği şeyin içinde yabancılaşma ögeleri barındırmayan bir dille ancak kavranabileceğini düşünüyorum.

 

HİÇ BİR ŞEY DEMEK İSTEMİYORUM

Erdoğan bu tespiti yaptıktan sonra mesele medyada bir müddet tartışıldı. Mehmet Y. Yılmaz Hürriyet gazetesinde “Acaba, bunun nedeni İslamcı ideolojinin dayattığı biat kültürü ile sorgulamayı, tartışmayı erdem kabul eden evrensel kültür arasındaki fark olmasın” diye sormuştu. Bu soru sahih midir, cevabınız nedir?

Bugünlerde İslamcılığın hemen her durumda sık sık hedef gösterilen bir nokta olarak tasvir edilmesi garip. Eğer bu sözleri takip edeceksek herhâlde şöyle bir şey ima ediliyor: “Sizden bir şey çıkmaz. İsteseniz de siz yaratıcı, sıradışı, besleyici bir gelişme ortaya koyamazsınız. Siz İslam’dan ya da şu manipülatif tanımlamayla İslamcılıktan vazgeçmezseniz bu hikâyeye ortak olamazsınız. Çünkü sizde biat kültürü var ve siz onay almadan kültür adına hiçbir şeye muktedir olamazsınız.” Hiçbir şey demek istemiyorum. Acı bir analiz, haksız ve ötekileştirici bir dil. İnsan bu söze kulak verdiğinde açıklamakta zorluk çekeceği bir büyük tarihsel mirası nereye koyacağını bilemiyor. Sanatta, edebiyatta bir şeyler yapmak istiyorum, sinemada kayda değer bir mesafe alma heyecanı taşıyorum, ama tek engelim benim biat kültüründen geliyor olmam. İlginç. Bütün bu dil akışı garip değilse nedir Allah aşkına.

Siyasi iktidar ile kültürel iktidar odakları arasındaki orantısızlık kalıcı mıdır?

Bu durumu bir rekabet alanı olarak mı ele alıyorsunuz? Ben aksine bunu bir emanet olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum Hak edene nasip olan bir nimet olarak düşünüyorum.

 

DİNDAR KESİMDE DURUM NE?

Dindar kesimin durumu ne peki, bütün bunlar yaşanırken?

“Dindar kesim” ifadesiyle sanırım dinî ilgi ve yönelimlerinde fark edilir yoğunluk yaşayan bir kütleyi kastediyorsunuz. Evet, dindarlar üzerine özellikle son 10 yıl içinde birbirini takip eden pek çok perspektiften söz ediliyor. Yozlaşma, yetersizlik, temsil kaybı ve entelektüel donanım yetersizliği gibi pek çok noktada yer yer ezber, yer yer de iktidarı yıpratmaya yönelik tabular yaratılmaya çalışılıyor. Bu hesaplılık bir tarafa dindarlar diye tanımlanan ve hiç de yeknesak olmayan büyük bir gerçeklik evreninde yeni sosyolojilerin ürettiği kargaşanın kendisini aşmasını beklediği bir dinî yorum evrenine ihtiyaç duyulduğu da kesin.

 

GÜÇLÜ MANEVİ BİR DÜZLEME İHTİYAÇ VAR

Bunu açalım lütfen…

15 Temmuz darbe girişimi sonrasında pek çok gerekçeyle dinî sahaya ulaşmayı başaran dinî grup ve cemaatlerin kendi aralarında başlattıkları ve çoklukla kenarda durmayı tercih edenleri yoran bir tartışma iklimi bildik asudeliği ve sükûneti önemli ölçüde bozan bir atmosfer üretti. FETÖ tasfiye edilirken toplumda din merkezli sadakat ölçeğini de yerle bir etti. Bunun onarılması için konuya sadece Devletin el atması yetmiyor. Ne var ki sahada görünürlük kazanan dinî yapılar da estetize edilmiş bir dilin sıcaklığını korumakta zorlanmış olmalılar. Dinî duygu ve davranıştan beklenen onun hem bilgi ve düşünce hem de eylem ve pratik bağlamında kendini somutlaştırmaya yönelmesidir. Bugün daha çok bir örgüt bağnazlığı ve cemaat tutarlılığı içinde senkronize edilmeye çalışılan dinî hayat maneviyat dünyasından giderek uzaklaşma eğilimi gösteren tehlikeli bir mecraya çekilme tehdidine maruz bir durumdadır. Bunu fark etmek ve dinin, kendi sınırlarının dışında yer alan bir dünyaya karşı yeniden tahkim edilmesi gerekir. Bu da sanırım ancak ve ancak gündelik hayatın hızına erişebilecek bir bilgiyle ve her durumda yaşamsallığı korunacak güçlü bir maneviyat düzlemiyle sağlanabilir. Dünya bilgisi önemli ve değerli, geçmişin ve geleceğin soruları atlanamaz. Bugün vitrinlere inmiş sözüm ona bir dinsellik ağır ve oturaklı bir maneviyata nefes aldırmıyor. Görsellik büyük bir imtihan.

 

KARAR EVRESİNDEYİZ

Aslında 80’ler 90’lar boyunca toplumda iyi okuyan, üreten, sorgulayan, tavır alan bir kesim idi dindar kesim. Bu süreç akamete mi uğradı, neden doğrusal bir gelişim yaşanmadı?

Evet, artık o yıllar nostaljik bir olgu olarak hatırlanmaya başladı. Bence ne paniğe ne de yeise bir gerek var. Aksine bütün bu devinimler güçlü bir enerjiyle içiçe olunduğunu gösteriyor. Mesele yeni zamanların ürettiği sorularla kendimizi rehavete kaptırmadan karşılaşmayı ve yüzgöz olmayı göze almak. Bunun iktidarla, siyasetle bir alakası yok. Tamam, gündelik hayat, kamusal hayat nereden bakılırsa bakılsın bir inşadır, amenna, ama din de kendi başına bir hakikattir, hidayet ve rehberlik iddiası taşır. Onunla irtibat kuracak olan da herhâlde biziz. Hakikat tahavvül etmez; çünkü o haktır. Ben bir kesinti olduğu kanaatinde değilim. Bir bocalama var mı? Evet! Ama kabul etmek gerekir ki demin bir vesileyle söylediğim gibi bugün tanıdık bildik bir yerde değiliz, yeni sosyolojilerin dayattığı bir haritada her şeyi sil baştan kurgulamak gibi bir dert ve çabaya ortak olup olamayacağımız konusunda esaslı bir karar aşamasındayız.

 

KARGAŞA NORMAL, İSTİKAMET MEŞAKKETLİ

Dindar kesimde evet bir değişim yaşanıyor. Bazı yönleriyle içerden ya da dışardan eleştiri de alıyor. Burada olanı nasıl okuyorsunuz?

Bana kalırsa çok şey değişiyor. Artık bundan sonrası nimet külfet dengesi dedikleri bir şey. Geçmişte dinselliği mahrumiyetle ilişkilendirmekte zorlanmayan bir gelenek bugün imkânlar dünyasında kendini yeniden konumlandırmak zorunda. Kuşkusuz bu sancı veren bir şey, ama ben sonunun parlak olacağından eminim. İçinden geçtiğimiz süreçlerin talep ettiği bilgi ve birikim, bu süreçlerin ihtiyaç duyduğu din dili ve yine aynı süreçlerin zorladığı problemlerle nasıl yüzleşeceğimiz sorusu bundan sonraki derdimiz olacak. Kargaşa normal, istikamet tutturmak zor, biraz meşakkat olacak gibi.

 

DENGEYİ NASIL SAĞLARIZ?

Bir yandan da ateizmin arttığı, dindarlığın azaldığını bulduğunu iddia eden araştırmalar yayınlanıyor. “Toplumsal kutuplaşma arttı” iddiasını tekrar etmeyeni -sokak ağzıyla söylersek- “resmen dövüyorlar”. Gözleminiz ne?

Bunların çoğu istatistiksel bilgi formunda bize ulaşsa da ben kendi gözlemlerimle durumun din içinde bir arayış, gelenek içinde bir yol bulma çabasından kaynaklandığını düşünüyorum. Kolay değil, bir biz değil, dünya değişiyor. Elimizdeki malzemelerin çoğu ya eskimiş ya da kullanım için gerekli kılavuz haritalarla irtibatımız kesintiye uğramış. Ben bu durumun geçici olduğu kanaatindeyim. Dünyaya sağlam ve tutarlı bir bakış, evreni yeniden okuma ve tarihle gelecek arasında kaybolmamayı önceleyecek bir ilmî derinlik içinden geçtiğimiz süreçlerde bize yol gösterecektir. Siyasal iktidarın tek tek her birimize kazandırdığı özgüven hiçbir şekilde basite alınamaz. Telafi çabası önemli ve değerlidir. Biraz az konuşmakla, camiyi terk etmemekle, rahleyi hep açık tutmakla erişilecek oldukça iyi pek çok çok hedef var. Biraz kendimize bakmak, biraz dinlemeyi öğrenmek, sıklıkla da aklımızı ve kalbimizi devreye sokmak o kaybettiğimiz dengeye bizi ulaştırmakta gecikmeyecektir.

 

RÖVANŞ DEĞİL TELAFİ

Nasıl aşacağız biz bu gerilim hattını?

Böyle işte, millete laf yetiştirmek yerine durumu bihakkın kavrayarak. Biraz hayata yoğunlaşarak, biraz geçmişle barışarak, biraz da bugünün iddialarını ciddiye alarak. Ama sonuçta her şey Allah’tan. Her şeyi ondan bilerek, irademize ipotek koydurmadan. Neden olmasın?

 

NECDET SUBAŞI KİMDİR?

Dr. Necdet Subaşı 1961 Şavşat doğumlu. Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesini 1986'da, Din sosyolojisi alanındaki doktorasını 1985'de tamamladı. Doktora tezi Türk Aydınının Din Anlayışı üzerinedir. Subaşı Van, Muğla ve Gazi Üniversitesindeki öğretim üyeliğinin ardından Alevi Açılımı genel koordinatörü olarak görevlendirildi (2009-2011). Diyanet İşleri Başkanlığında Strateji Geliştirme Başkanı olarak görev yaptı (2011-2015). 2015 yılında atandığı Başbakan Başdanışmanlığı görevini müteakiben halen MEB danışmanı olarak görev yapmaktadır.

Yayınlanmış pek çok çalışması bulunan Subaşının eserleri arasında...

Gündelik Hayat ve Dinsellik

Ara Dönem Din Politikaları

Dini Sosyaliteler

Öteki Türkiyede Din ve Modermleşme

Alevi Modermleşmesi

Sınırları Yoklamak

Kutsanmış Görüntüler

Kamusal Maneviyat ve Sosyoloji Günlükleri.

Subaşı’nın ayrıca edebiyat alanında yayınlanmış pek çok çalışması da bulunmaktadır.