24 Nisan 2024 Çarşamba / 16 Sevval 1445

Yusuf Alabarda: S-400 Türkiye için stratejik hamle

Savunma ve Güvenlik Uzmanı Yusuf Alabarda, 'S-400’ler Suriye’den Doğu Akdeniz’e, Ege Denizinden Boğazlara kadar birçok noktada etkin olacak. Böylece bütün bu coğrafyada Türkiye aleyhine oluşacak olası gelişmeler bertaraf edilebilecek.

FADİME ÖZKAN6 Mayıs 2019 Pazartesi 07:00 - Güncelleme:
Yusuf Alabarda: S-400 Türkiye için stratejik hamle

Suriye, PKK-YPG ve FETÖ’ye farklı bakan Türkiye ve ABD arasındaki ilişkiler 2012’den bu yana büyük ivme kaybetti evet ama Fırat’ın doğusu için ayak sürüyen ABD son zamanlarda meseleyi tamamen S400’lere  kilitlemiş durumda. Türkiye’yi yaptırımla tehdit ediyor, NATO sistemlerine uymaz diyor. Öte yandan ihtiyacımız olan Patriot sistemlerini de satmak istemiyor. ABD gerçekte ne istiyor?

Fadime Hanım isterseniz Türkiye’nin hava savunma sistemindeki sıkıntıların çok kısa bir tarihsel gelişiminden bahsetmek isterim. Zira ancak o zaman Türkiye’nin haklı tezleri daha anlamlı bir çerçevede izah edilebilir.

Elbette buyurun…

Soğuk Savaş’ın hemen bitiminden Türkiye’nin sınırlarında Körfez Savaşı’nın patlak vermesi ve Türkiye’nin bir Soğuk Savaş refleksi ile Amerikan siyasetine eklemlenmesi Türkiye’yi Irak’tan atılabilecek Scud füzelerinin hedefi haline getirdi. Bu konu o tarihlerde medyada kendine kısıtlı da olsa yer bulmuş ise de, konu zaman içerisinde Türkiye’nin terör ile mücadelesinde yaşadığı atmosferde 2. Körfez Savaşına kadar geçen sürede unutulup gitti. 2. Körfez Savaşında Türkiye’nin üslerini ABD’ye kullandırması olasılığı tekrar muhtemel füze saldırıları konusunu ülke gündemine taşımıştır. NATO’nun bu açığı ivedilikle kapatması NATO’nun gündemine geldiğinde, o dönemde başta Almanya olmak üzere Fransa ve Belçika şiddetle bu desteğe karşı çıkınca Türkiye’nin hava savunma sistemine yönelik tartışmaların içine siyaset mekanizmasını da de ister istemez çekmişti. O tarihte ABD Savunma Bakanı olan Donald Rumsfeld’in, NATO ve Avrupa başkentleri nezdinde birçok açıklama yaparak bu ülkeleri ikna etmek için nasıl bir gayret içerisine girdiğini daha dün gibi hatırlamaktayız.

 

HAVA KALKANI ARAYIŞI 2003’TEN BERİ

Türkiye’nin hava savunma sistemi arayışları o tarihte mi başladı?

2. Körfez savaşından (2003) Suriye’deki iç savaşın patlak verdiği tarihe kadar olan dönemde siyasi iktidar hava savunma sistemindeki açığı kapatmak maksadıyla yoğun bir program yürütmeye başladı. ABD’den alımı düşünülen Patriot füze sistemleri ABD Kongresinin engeli ile karşılaşınca Türkiye, hava savunma sistemindeki açığı kapatmak maksadıyla 2008 yılında bir ihaleye çıkılacağını duyurdu ve 2010 yılında da ‘teklife çağrı dosyası’ yayınlanarak ihaleye katılması muhtemel firmalara bir çağrı yaptı. Teklife çağrı dosyasına ABD, Rusya, Çin ve Fransız-İtalyan ortaklığı firmalar teklif verdilerse de, teknoloji transferi, maliyet, teslimat zamanı gibi kriterler üzerinden yapılan puantaj sonucunda en uygun şartların Çin firması tarafından verildiği kamuoyu ile paylaşılmıştır.

Bu paylaşımdan sonra Çin’den bir hava savunma sisteminin alınmaması konusunda Türkiye’ye yönelik olarak yoğun bir baskının başladığını ve bu baskıların da etkisi ile kazananı resmi olarak açıklanmamış olan ihalenin siyasi bir kararla rafa kaldırıldığını biliyoruz.

 

15 TEMMUZ ASIL TEHDİDİ GÖSTERDİ

Dosya ne zaman indi raftan?

15 Temmuz gecesi gerçekleşen hain kalkışma, o gece ve sonrasında yaşananlar ve Batı’nın bu konuda bugüne kadar sergilediği ikiyüzlü ve darbecileri kollayan yaklaşımı, siyasi iktidara Türkiye için askeri tehdidin kaynaklarının çeşitliliğini bir kez daha net bir şekilde göstermiştir. İşte bu noktadan sonra hava savunma sistemindeki açığı ivedilikle kapatmak isteyen Türkiye, kendisi ile istenilen zeminde (teslim tarihi, teknoloji transferi ve toplam maliyet) buluşmamakta direnen ABD başta NATO ülkeleri yerine, bu konularda en optimum taahhütte bulunan Rusya ile S400 hava savunma sistemlerinin tedariki ve finansmanı konusunda anlaşmıştır.

 

TÜRKİYE GÜVENLİK KONUSUNDA KARARLI

Türkiye bir anlamda Rusya’dan S-400 sistemlerini tedarik etmek zorunda bırakıldı, öyle mi?

S-400 silah sistemlerinin tedarik süreci, tarihsel gelişimden de kolayca anlaşılacağı üzere, Türkiye’nin kendi güvenliğini sağlama konusundaki kararlılığının, Batı ve NATO ittifakının NATO’nun kuruluş felsefesi ile taban tabana zıt ve ilkesiz siyaseti ile Soğuk Savaş sonrası değişen ve çeşitlenen tehdit ortamında Türkiye’nin algıladığı tehdidin zamanın ruhu ile de mütenasip başka bir forma girmesinin bir sonucudur.

 

400 KM İZLEME, 250 KM HAVA ÜSTÜNLÜĞÜ

S-400 hava savunma sistemleri ABD’nin tepkisini neden bu kadar çekiyor?

1952 yılında NATO’ya üye olmasından 2000’li yıllara kadar geçen sürede savunma siyaseti başta tüm siyasetini ABD’nin bölgedeki siyasetine eklemlenerek geliştiren Türk siyasetindeki paradigmal değişim, zaten uzun zamandan bu yana ABD başta tüm Batı siyaset merkezlerini rahatsız etmekteydi. Buna ilaveten Türkiye’nin bu sistemler ile kendi sınırları dışındaki 400 km’ye yakın bir alanı izleyebilen ve sınırları dışındaki 250 km’lik bölgede hava üstünlüğüne sahip tüm ülkelerin bu üstünlüğüne ket vurabilen bir ülke konumuna gelmesi, başta İsrail ve ABD’nin asla isteyeceği bir husus değildir.

Türkiye coğrafyasına yerleştirilecek S-400 sistemlerinin Suriye içlerinden Doğu Akdeniz’e, Ege Denizinden Boğazlar bölgesine kadar birçok noktada etkin olması, sadece Türk Yunan dengeleri üzerinde Türkiye lehine bir tesir yaratmayacak, aynı zamanda sınırlarımıza kadar hava unsurları ile gelebilen İsrail’i tüm bu sayılan coğrafyada etkisizleştirebilecektir.

Bölgede yeni yapıların, yeni oluşumların ve yeni sınırların oluşturularak yeni bir dönemi kendi lehine dizayn etmek isteyen ABD açısından Türkiye’nin bölgede kendisinin bir oyun kurucu ülke haline gelmesi hiç kuşkusuz kabul edilemez bir hakikattir. İşte bu ve daha birçok noktadan Türkiye’nin elini güçlendirecek bu siyasi stratejik hamlenin bir şekilde akamete uğratılması, Türkiye’nin ambargo ve yaptırımlar ile gözünün korkutulması ABD perspektifinden elzem hale gelmiştir.

 

BAĞIMSIZLIK VE GÜVENLİK İÇİN ZARURİ

Türkiye S400’lerden vazgeçmiyor, tehdit diline karşı müzakere ve diplomasiyle cevap veriyor ama önümüzdeki süreçte sizce nasıl bir siyaset takip etmeli?

Her platformda ve konuşmamda dillendiriyorum Türkiye; kendi güvenlik gerekçelerini yok sayarak, tekrardan ABD siyasetine eklemlenen bir ülke olarak kazanabileceği hiçbir değerin ve geleceğin olmadığının açık bir şekilde idrakindedir. Bu kapsamda S-400 sistemlerinin Temmuz ayında ülkeye gireceği tarihe kadar, karşı tarafın eline geçecek bir siyaset hatasına düşmeden, siyasi yapısını ve iç barışını konsolide etmeye devam etmeli, özellikle terör ile mücadelesinde ülkeyi zaafa sürükleyebilecek her türden yaklaşımdan itina ile bünyesini korumalıdır.

 

F35 BAHSİNDE ALTERNATİFSİZ DEĞİLİZ

ABD, S400’den vazgeçilmemesi halinde proje ortağı olduğumuz F-35’lerin teslim edilmeyeceğini söylüyor. F-35 Türkiye’nin tek alternatifi mi? Rusya’nın önerdiği SU-57 uçaklarının tedarik edilmesi düşünülemez mi?

Fadime Hanım, o zaman sualinizi iki farklı cevap ile açıklığa kavuşturayım. En öncelikli meselemizden birisi F-35 projesinden dışlanma ihtimaline karşı, öncelikli olarak bugüne kadar yatırılan meblağın üzerine ilave bir meblağın ABD’den net taahhütler alınmaksızın projeye aktarılmaması olduğunu unutmamamız gerçeğidir. Ayrıca bundan sonra muhtemelen sıklıkla karşılaşacağımız olası Amerikan yaptırımlarına karşı Türk Savunma Sanayisinin ihtiyaçlarının giderilmesinde bu bağımlılığı yıllara sâri ve ivedilik ile azaltacak stratejik planlamanın siyasetin direktifleri doğrultusunda hazırlanmasıdır.

 

PARAMIZI İADE ETSİNLER

Diğer husus ise, şayet Türkiye F-35 projesinin dışında bırakılacaksa bu projeden yapılacak tasarruf kısa vade içerisinde TSK envanterine girerek semalarımızda uçacak olan TFX projesine aktarılmalıdır, zira yaklaşık 10 miyar dolar gibi bir rakam olan bu meblağ söz konusu proje için çok değerli bir kaynaktır.

Ayrıca modernize edile F-4E muharip uçakları ile envanterimizdeki F-16 uçaklarının 2030’lu yıllara kadar sıkıntısız bir şekilde kullanımını sağlayacak acil önlemler şimdiden alınarak bu konuda bir güvenlik açığının oluşmasının önüne geçilmelidir. Tüm bunlara rağmen boğucu bir Amerikan yaptırımı uygulanır ise -ki asla buna çok ihtimal vermem, o zaman Türkiye sizin de sualinizde bahsettiğiniz üzere alternatifsiz kalacak bir ülke asla değildir. 

Son olarak da, Türkiye’nin savunma siyaseti dikkate alındığında Türkiye’nin ABD ve Rusya gibi ülkeler ile aynı konseptte hava araçlarına birebir sahip olması gerekmiyor. İnsansız Hava Araçları alanında geliştirilecek jet motorlu ve tamamı yerli üretim hava unsurları gelecekte Türkiye’nin savunma siyasetinde Türkiye’ye seviye atlatacak sistemlerdir. Dolayısı ile havadan havaya, havadan karaya her türden milli akıllı mühimmatı taşıyabilecek bu insansız jet motorlu sistemlerin üretimine daha fazla ağırlık verilmelidir diye düşünüyorum.

 

15 TEMMUZ ZAFERİ DEAŞ’A DA DARBE VURDU

Geçen haftanın en çarpıcı gelişmelerinden bir DEAŞ elebaşısı Bağdadi’nin yeniden ortaya çıkması ve görüntülerde Türkiye vilayeti yazan evrakı elinde tutmasıydı. Ne anlama geliyor bunlar?Türkiye’nin Fıratın doğusuna yapacağını ilan ettiği operasyonla ilgili olabilir mi bu görüntülerin?

Fadime Hanım, Bağdadi’nin görüntülerinin yayınlanması, zamanı ve bu görüntülerde verilen subliminal mesajlar kesinlikle çok dikkatle takip edilmelidir.Ama burada şu hakikati hiç unutmamak gerekir. Türkiye’nin 15 Temmuz öncesinde vermiş olduğu terör ile mücadele ile 15 Temmuz sonrasında vermiş olduğu mücadele, güvenlik bürokrasisinin içindeki etki ajanlarından arındırılması anlamında farklı noktalara tekabül eder. Unutmayalım ki, Suriye’deki DEAŞ ile mücadele adı altında tüm güney sınırlarımız terör koridoruna döndürülürken, Türkiye, DEAŞ denilen bu kullanışlı maymuncuk anahtarına karşı etkin bir mücadeleye girişen yegâne devlet olmuştur. Fırat Kalkanı Harekâtı sadece sınırlarımızın DEAŞ’tan arındırılması değil, aynı zamanda da oluşturulan bu terör koridoruna da vurulmuş bir darbe idi. Yetmiş anti DEAŞ Koalisyonu ülkenin içerisinde, kara harekâtı ile DEAŞ’lı teröristleri birçok şehidinin kanı pahasına etkisiz hale getiren ülkenin adıdır Türkiye. Bu noktadan bakarsak zaten DEAŞ Türkiye içinde birileri adına eylem yapma kapasitesi olsa bunu ortaya koymaktan bir dakika bile imtina etmeyecektir.

 

TERÖR ÖRGÜTLERİNİN ZEMİNİ KURUTULDU

Güvenlik bürokrasisinin FETÖ’den arındırılması bugün geldiğimiz noktada hamdolsun ki ülkemizi en emniyetli ülkelerden birisi haline getirmiştir. Kuşkusuz terör, bugün küresel bir sorundur ve her ülkede ortaya kirli yüzünü çıkartmaktadır, Allah muhafaza Türkiye’de de ortaya çıkabilir. Benim söylemek istediğim ise; Türkiye DEAŞ, PKK, DHKP-C ve FETÖ gibi terör örgütleri üzerinden vesayet altına alınabilecek bir ülke olma noktasından uzaklaşmış bir ülke haline gelmiştir. Zaten her türden seçim atmosferinde Türkiye siyasetinin karşısında bir blok oluşturulması gayretinin yegâne sebebi de budur.

 

KARŞI İTTİFAKIN BİR ANLAMI VAR

Nasıl?

Şöyle. Türkiye’yi uygulamış olduğu bu güvenlik siyasetinden “özgür basın, demokrasi, insan hakları” gibi temel ve değerli kavramlar üzerinden uzaklaştırabilme gayretidir. Türkiye’nin atlattığı badirelerin çok küçük bir kısmını yaşasa histerik reaksiyonlar vereceğinden Rotterdam’da kendi konsolosluğuna giden bakan düzeyindeki bir kişiye verdikleri tepkiden dolayı emin olduğumuz Avrupa siyasetinin, Türkiye’ye oturdukları konforlu koltuklarından vaaz etmeleri artık Türkiye’nin dert ettiği hususlar değildir.

 

TÜRKİYE’YE SPEKÜLASYON İÇİN GELİYORLAR

Tam bu noktada sorayım. Yabancı medyanın Türkiye ilgisi neyin nesi?

Yabancı basının Türkiye’de Türkçe yayın yapan ofis ve merkezlerini işte tam bu zaviyeden okumakta fayda var Fadime Hanım. Bu ilgi bir yandan Türkiye’nin bölgesinde uluslararası siyaseti şekillendiren siyasetinin kazandığı değer ile yakından alakalıdır, diğer taraftan da bu siyaseti speküle etmek, Türk halkını manipüle etmek maksatlı kullanma gayretinin bir sonucudur. Şartlar ne olursa olsun Türkiye’deki yasal mevzuat çerçevesinde yayın yapacak bu medya organlarının taraflı ve spekülatif yayın siyaseti de hiç kuşkusuz bu ülkenin siyasetine Washington-Londra ve Moskova perspektifinden ziyade Ankara perspektifinden bakan münevver kesimin gözetiminde olacaktır. Burada ortaya çıkan sorun da maalesef şudur; Batı medyası ile aynı paralelde düşünmeyen Ankara perspektifli tüm düşünen kesim maalesef bu medya organları ve yazarları tarafından birtakım sıfatlar ile yaftalanarak itibarsızlaştırılmaya çalışılmaktadır. Bunun önüne geçmek için medyada liyakatsiz ve vizyondan uzak kalemlerin ayıklanarak daha şeffaf ve tarafsız analizlere imza atabilen kalemlere daha fazla yer vermek bizlerin üzerine düşen en önemli vazifedir, zira bu rekabetin sonucunu belirleyecek ana amilin bu hususlar olduğunu açıkçası düşünüyorum.

 

TÜRKİYE KİMSENİN MANDASI DEĞİLDİR

ABD’nin Ankara Büyükelçiliği geçen gün Türkiye’yi eleştiren ve sanki müstemleke memleketmiş gibi ayar vermeye kalkan bir paylaşımda bulundu. Herkesin tepkisini çekti, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı gerekli cevabı verdi. Ne yapmaya çalışıyor sizce ABD?

Öncelikle mezkûr elçilik çalışanları Türkiye’nin kimsenin eyaleti olmadığını, mandası olmadığını anlamaları gerekir. Tarihinin hiçbir döneminde sömürge olmamış bu millete üst perdeden akıl dağıtan bir anlayışın taş duvarlara çarpacağını oturup biraz tefekkür etmeleri gerekir. Kaldı ki bir gazeteci olan Cemal Kaşıkçı’nın sadece fikirleri nedeni ile Suudi Arabistan’ın İstanbul konsolosluğunda kör testere ile kesilmesine maddi menfaatleri karşılığında sessiz kalan ve bu hususu başkanları düzeyinde bizzat itiraf eden bir ülkenin Ankara Büyükelçiliği'nden gazetecilik ve basın özgürlüğü konusunda Türkiye’nin alacak bir nasihati de yoktur. Guantonamo’daki üslerde ne ABD hukukun gereği ne de uluslararası hukukun gerekleri yerine getirilmemektedir. Tüm bu hususlar ortadayken o nasihatleri kendi siyaset mekanizmalarına vermeleri daha uygun olur diye düşünüyorum.

 

TEL RİFAT VE İDLİB BÖLGESİ

Suriye’ye geçmek istiyorum. Seçimlerden bu yana ama özellikle bir haftadır çok hareketli Tel Rifat ve İdlib bölgesi. Neler oluyor?

Fadime Hanım malumunuz Tel Rifat bölgesi aslında Afrin’e yönelik Zeytin Dalı Harekatı’nın da muhtemel hedeflerinden birisi idi. Lakin yürütülen diplomasi trafiğinin bir sonucu olarak Tel Rifat bölgesi ZDH’nın kapsamına alınmadı. Aradan geçen yaklaşık bir yılın üzerinde bir sürede bu bölgeden hem ÖSO mensuplarına, hem de bölgedeki TSK mensuplarına yönelik sayısız YPG saldırısı bu bölgeden yapıldı. En son bir hafta içinde bu bölgeden gerçekleştirilen sayısız saldırı birçok şehidimizin ve yaralımızın olmasına sebebiyet verirken Türkiye’ye de bir meşru müdafaa yapma hakkı vermektedir.

Bu kapsamda geçtiğimiz Cumartesi günü, yani 4 Mayıs’ta başlatılan Tel Rifat’a yönelik operasyonu bu zaviyeden okumak gereklidir. Bu saldırılar kuşkusuz bizlere şunu da çok açık bir şekilde göstermektedir ki, şayet Afrin’e yönelik ZDH ve Fırat Kalkanı Harekatı yapılmamış olsaydı Türkiye geçtiğimiz son iki yılda terör ile siyaseti esir alınan bir ülke haline getirilerek başta ABD olmak üzere birçok ülkenin istediği doğrultuda hareket eden bir ülke konumuna sürüklenecekti.

 

REJİMLE KARŞI KARŞIYA GELİNİR Mİ?

Tel Rifat operasyonu önümüzdeki günlerde ABD tesirli bir motivasyonun sonucunda, Suriye rejim güçleri ile Türkiye’yi İdlib kırsalı başta olmak üzere birçok noktada karşı karşıya getirebilir. Hiç kuşkusuz bu husus Fırat’ın doğusunda siyasetini pekiştirmek isteyen ABD’nin siyasetini rahatlatan bir gelişme olur. Eğer bir de, Rusya bu yönde gelişecek bir ABD tuzağını görmeyerek Türkiye ile Tel Rifat ve İdlib bölgesinde ters düşer ise, bu kuşkusuz Türkiye’nin hem Fırat’ın doğusundaki siyasetine hem de Doğu Akdeniz’deki siyasetine olumsuz olarak tesir eder.

 

DOĞU AKDENİZ’DEKİ HAKLARIMIZI KORUYACAĞIZ 

Aslında Doğu Akdeniz’de şimdiye dek çok fazla su yüzüne çıkmamış olsa da sular hiç durulmadı, Böyle bir zamanda Doğu Akdeniz’de neler oluyor?

Fadime Hanım Doğu Akdeniz’de yaşananları aslında tüm Ortadoğu’da olanlardan ayrı okuyamayız. Her ne kadar tehditler ve güç kullanımı konuları farklılık gösterse de, Doğu Akdeniz ABD tarafından ortaya konulan “Yeni Ortadoğu” projesinin ayrılmaz parçası ve hatta tamamlayıcı cüzüdür. Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları üzerinden Türkiye hem yalnızlaştırılmaya çalışılıyor hem milli çıkarlarına el konulmak isteniliyor, hem de Siyonist lobinin akıldaneliğini yaptığı koalisyon tarafından askeri güç kullanılarak etkisiz bırakılmaya çalışılıyor. Mısır, BAE, GKRY ve Yunanistan tarafından sıklaştırılan askeri tatbikatlar, Fransa’dan İngiltere’ye kadar bölgeye gönderilen donanmalar bize bu bölgede kendi siyasi ve ekonomik çıkarlarımız açısından ne kadar dikkatli olmamız gerektiğini de salık veriyor.

İşte tam bu noktada biraz önce de zikrettiğim S-400 hava savunma sistemlerinin tüm bu bölgeleri kapsayacak şekilde coğrafyamıza yerleştirilmesi, İsrail başta tüm bu ülkelerin hava unsurlarını etiksiz hale getiren bir hamle olarak okunuyor. Buna ilaveten yerli imkanlar ile geliştirilmiş Bora füze sitemlerinin karadan karaya, karadan denize 300 kilometrelik bir menzili direkt tesir altına alacak şekilde yerleştirilmesi ve diğer milli savunma sistemleri coğrafi stratejik avantajı elinde bulunduran Türkiye’yi bileği bükülemez bir noktaya taşıyabileceği gerçeğinden hareket eden ABD ve İsrail siyasetini son derece rahatsız ediyor.

 

ELEŞTİRENLER İNTİHAR MI ÖNERİYOR?

Türkiye’nin Doğu Akdeniz hassasiyetini “abartılı” bulanla var Türkiye’de? 

Maalesef Türkiye siyasetindeki bazı kişilerce de destek verilen “Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de uyguladığı siyaset uzlaşmaz bir yapıya sahiptir” anlamına gelebilecek bu tür açıklamalar bizleri derin endişeye sevk etmektedir. Çünkü bunu kabul etmek demek KKTC dahil Türkiye’nin tüm ekonomik haklarından taviz vermesi anlamına gelir. Bu da yetmez ayrıca Ege Denizindeki açmazdan sonra bir de İskenderun ve Antalya limanlarına sıkışmış bir Türkiye’nin ortaya çıkması demek olur ki bu ülkemiz açısından açık bir intihardır.

 

BM’YE SUNULAN KITA SAHANLIĞI

Tam bu noktada Türkiye’nin BM’e sunduğu Kıta Sahanlığı sınırlarının mezkur devletler tarafından ciddiye alınmasını, aksi takdirde bir beka meselesi olan Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin bir oldu bittiye izin vermeyeceği bilinmelidir. Bu güvenlik ve ekonomik kuşatmanın da aşılabilmesi maksadıyla Türkiye’nin başarılı bir şekilde uygulayageldiği çok kutuplu dünyada çok farklı noktaları dayanak olarak alan başarılı siyasetine devam etmesinin önemli bir hamle olduğunu düşünüyorum.

 

MİLLİ GÜÇLERİMİZ DE DİPLOMASİ YAPMALI

Ayrıca diplomasinin tüm unsurlarının ve düşünce kuruluşları dahil tüm akademya ve STK’ların da bu mücadeleye dahil edilmesinin elzem olduğunu düşünmekteyim. Zira günümüzde resmi kanallardan yürütülen diplomasinin artık tek başına yeterli olmadığı, gerçeklerin çok başarılı bir şekilde algılara boğdurtulduğu bir post-truth dediğimiz gerçek ötesi bir dönemde hızla ilerlemekteyiz. İşte tam bu noktada ülkenin milli gücünün ayrılmaz parçası konumundaki akademya, medya, düşünce kuruluşları, sosyal medya ve STK’lar dahil ihmal edilen tüm değerlerin farklı düşünseler dahi ortak bir payda üzerinde birlikte hareket etmeleri çok önemlidir diye düşünüyorum.

 

YUSUF ALABARDA KİMDİR?

Uluslararası Savunma ve Güvenlik Uzmanı. TSK ve Uluslararası Askeri Oluşumların çeşitli birimlerinde Albay rütbesinde görev yapmış asker, analist ve akademisyen.

Güvenlik stratejileri kapsamında Türkiye, Ortadoğu, Rusya, AB ve ABD ekseninde ulusal ve uluslararası medyada (Al Jazeera Engilish ve Arabic, TRT World ve Arabic, TRT Haber, 24 TV ve A Haber) analist.

“Savunma Kaynaklarının Planlanması ve Yönetimi” konusunda ABD-California’da (NPS) yüksek lisans yapan, “Türkiye’de Savunma Siyasetinin Belirlenmesinde Siyasetin Rolü” konulu doktora tezini devam ettiren Yusuf Alabarda, özel askeri firmalar, savunma sanayii, güvenlik bürokrasisinin reformu, askeri darbeler, savunma kaynaklarının yönetimi konulu pek çok makalenin yazarıdır.