Afet Abla ile ilk defa yüz yüze bir defile vesilesi doksan sekizde tanışmıştım. Kendisi o sırada Yeni Şafak gazetesinde zarif edebi yazılar, fıkra yazıyordu. Ve başında artık türbanı vardı.
İkinci defa görüşmemiz ben henüz bir şeyler karalayan bir yazar adayı iken oldu. Kendisini telefonla aramış, yazdığım metinleri kendisine göstermek istediğimi söylemiştim. Nezaketle kabul etmiş, ben de bu nezaketine karşılık kendisini evinden almış Yıldız’a götürmüştüm.
Erguvan mevsimiydi, Yıldız; cennetten bir köşe gibiydi. O gün Afet Hanım beni yüreklendiren çok güzel şeyler söylemişti. Bunun için ona hep minnet duyacaktım ama esas kalbime ilmek atan şu sözleri olmuştu:
“Keşke annem de burada olsaydı.”
Bu sırada Milli Gazete’de yazmaya başlamıştı; beni de kendi gazetesine yönlendirmiş, köşesinde beni yazı dünyasına sunan, iltifatkâr bir yazı yazmıştı. Fakat söylediğim gibi aramızda yazıdan öte bir dostluk kurulmuştu.
O sıralarda o büyük bir ruh dönüşümü yaşamış, islâmi kavramlar üzerinde düşünüyor, yazıyor, bir derviş inceliğinde yaşamaya çalışıyordu. Ki şüphesiz bu tanışıklığın dostluğa dönüşmesinde onun bana dervişçe kapısını, gönlünü açışı vardı. Bu ev ziyaretleri on yıl kadar çok sık, daha sonra seyrelerek sürecekti.
KENDİNDEN EMİN BİR KADINDI
Malum olduğu üzere Afet Ilgaz’ın uzun bir yazı serüveni var. On yedi yaşında başladığı yazı hayatını, yetmiş sekiz yaşında; vefatından bir hafta öncesine dek sürdürdü. Yazılarında derin bir duyuş, yalın bir ifade, incecik bir ironi vardı.
Türkçe’yi çok güzel kullandı. Çok güzel hikâyeler, romanlar, gazetelerde fıkralar yazdı. Modern sularda yüzerken bile hep yerli bir yazar oldu.
Hayatındaki büyük kırılmaların, dönüşümlerin izdüşümü eserlerine yansıdı; eserleri Cumhuriyet sonrası Türk aydınının zihin yapısını yansıtması bakımından da önemli oldu.
Bu yazının konusu Afet Ilgaz’ın eserleri değil. Kişisel tanışıklığım üzerinden birkaç kırık dökük cümle ile ona güle güle demek belki.
Yoksa sadece “Menekşelendi Sular” için “Kazdağı Öyküleri” için bile sayfalarca yazı yazmamız gerek.
Kocamustafapaşa’daki evinde Afet Hanım’ı ziyaret edenler bilirler, evinin çok naif bir havası vardı. Gülkurusu kanepeler, zarif bir kütüphane, küçük antika işlemeler insanın içini açardı. Birkaç hat levhası ve aldığı ödüller duvarlarını süslerdi.
Annesi, kızı Defne ve onun çocukları dört kuşak bir aradaydılar. Ama Afet Ilgaz çok sevdiği evinden ziyade annesi ile yaşardı. Zira annesi doksan, emektar bakıcısı da seksen yaşındaydı. Görünüşe göre bu küçük aileyi doksanlık büyükanne yönetiyor, bunu da kaşı gözü, yan bakışı ile başarıyordu. Zannederim gönlü olsun diye bu fırsatı ona Afet Abla veriyordu.
Afet Hanım, kızı Defne’yi, torunlarını aşk derecesinde severdi. Oğullarının ismini telaffuz ederken “Haluk” , “Uğur” kelimeler bir efsun, tılsım imiş gibi ağzından dökülür, gözünüzün önünde bir mücevher imajı oluşurdu.
Ben bu renkli, güzel ailenin hepsini tek tek çok sevmiştim. Defne kızlarıma gitar, bana da fotoğrafçılık kursu vermiş, büyükanne de beni Ahiret Kızı edinmişti.
Afet Hanım, Menekşelendi Sular’daki Doktor Ahmet gibi bir elinde torbaları, diğer elinde torunu, evden eve taşınır dururdu.
EDEBİYAT KLANI KAPILARINI KAPADI
Buluşacağımız zaman evine geçer. Genellikle çay ondan, börekler, tatlılar benden olurdu. Kendisi de çok lezzetli yemek yapar, çok güzel çay demlerdi.
Sigarasını çok sever, çayı ile sigarası elinden düşmezdi. Keyifli bir ziyaret, iyi bir sohbet, onun için biraz da “Karşılıklı sigara tüttürmekti.” “Ömer Lekesiz geldi bir güzel sigara tüttürdük.”
İlk zamanlarda herhalde daha çok edebiyat ya da genel konular konuşmuş olmalıyız. Belirgin durakları, keskin dönemeçleri olan bir hayatı olmuştu.
Çok güçlü bir kadındı. Sert görünüşünün altında hoş sohbet, enerjik, kalender, kendinden emin, şuh bir kadın vardı. Bu şuh kadın, yetmiş beş yaşındayken de onu terk etmemişti.
Her görüşmemizde bunu ona hayranlıkla söylerdim. Kabul etmez görünürdü ama farkındaydı, bilirdim. Gözünden kalemi eksik olmaz, saçlarını örgüler halinde tepesinde toplar, basit şeyler giyinir ama hoş görünürdü.
Büyükannenin, seksenlik bakıcısının işi bırakmasıyla Afet Hanım annesine, taşınmış, sohbetler ve ziyaretler oraya aktarılmıştı artık.
Büyükannenin yanında güncel konulardan Afet Hanım’ın yazdığı gazete yazılarından, Büyükanneyi atlattığımız zamanlar ise daha çok edebiyattan konuşurduk - zira büyükanne kendisiyle konuşulmazsa küserdi.-
Anna Karenina’yı konuştuğumuz bir gün, Rifat Ilgaz’la tanışmasının hayatında Anna Karenina benzeri bir fırtına yarattığını anlatmıştı bana. Edebiyat klanının Rıfat Ilgaz’a açık tuttukları kapıları, nasıl kendisine kapadığını… İslam’la hemhal olması ile de nasıl dönek damgasını yediğini.
Mehmed Fuad’dan, Firuzan’a, Selim İleri’den Alev Alatlı’ya, Ayşe Şasa’ya geniş bir hatıra yelpazesi vardı. Kültür dünyası bir sacayağı gibi her yana uzardı.
Kimileri hocası, kimileri arkadaşları, kimileri de onun talebeleriydi.
Afet Abla son zamanlarda da kendisine yakışacak şeyler yapmış. Hastaneden kaçmış. Doktorun yasaklamasına rağmen sigara içmekte diretmiş. Kiracısını aramış, “Bana bir paket sigara al hastaneye gel” diye emretmiş.
Afet Hanım’dan bahsederken kedilerinden bahsetmemek olmaz tabiki. Kedisiz durmazdı. En sonki kedisi Pamuk; adı gibi bembeyaz bir Ankara kedisiydi. Kapıdan girer girmez karşınıza oturur, kameraların karşısındaki bir yıldız gibi durmaksızın duruşunu değiştirir, poz verirdi. Vefat ettiği akşam evine gittiğimde kedisi Pamuk hiç görünmedi. Aradım, evin bir köşesinde buldum uzaklaştı, kendini sevdirmedi. Nedense bu sahne bana filmin sonu gibi göründü.
Ölümüne olduğu kadar uzun bir süredir görüşemediğimize üzülüyorum. Nur içinde yatsın. Şahidim çok iyi bir mü’mindi. Onu çok özleyeceğim.