26 Nisan 2024 Cuma / 18 Sevval 1445

Yaşlanmayan delikanlı Kumlara gömülü kent Mağusa Kıbrıs

Akdeniz’in uslanmayan Adası Kıbrıs... Adanın incileri: Girne, Lefkoşa, Mağusa... Kıbrıs’ta tatil deyince, aklınıza sadece lüks turistik tesisler, renkli gece hayatı ve afilli casinolar geliyorsa, tarihi geçmişi ile göz kamaştıran ve her daim paylaşılamayan bu şirin adaya haksızlık etmiş oluruz.

Nur Coşkun27 Aralık 2013 Cuma 07:00 - Güncelleme:
Yaşlanmayan delikanlı Kumlara gömülü kent Mağusa Kıbrıs

Akdeniz’deki en büyük üçüncü ada Kıbrıs, yüzölçümünden beklenmeyecek çapta zengin bir geçmişe sahip. Bu ada sürprizlerle dolu, maceralı bir tarihe tanıklık etmiş ve etmeye devam ediyor. Adaya ilk gidişim değildi ama bu sefer Ada tarihinin içinde yaşadığım bir gezi oldu. Günümüze gelene kadar Kıbrıs, MÖ 1500 yılı civarından itibaren Mısır, Hitit, Fenikeliler, Asurlular, Persler, Venedikliler, Roma, Bizans ve Osmanlı İmparatorlukları, Birleşik Krallık (İngiltere) etkisinde bir tarih yaşamış. Günümüzde ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriceli yanından bakarak kurtulmaya çalışıyor adeta... En keyifli yönleri de kendilerine özgü aksanları ile anlattıkları neşeli hikayeleri ve bu hikayelere eşlik eden lezzetli sofraları...yaşanmış üzüntülerle zaman zaman yüzler gölgelense de, hüzne yer yok...işler yolunda gitse de gitmese de yüzler her daim gülüyor... ya da ben hep öylelerine rastladım. Gezdiğim yerlerin yaşanmışlıklarından kaynaklanan farklı enerjilerini hissetmeye çalışırım. Ülkelerin ve şehirlerin, tıpkı insanlar gibi, maceraperest, istikrarlı, tembel, hüzünlü, neşeli gibi özellikler de taşıdıklarını düşünürüm. Bu gözle baktığımda Kıbrıs sanki her daim delidolu, yaşlanmayan bir delikanlı. yet’i dinamik geçmişini bugünlere taşıyor. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC), adanın kuzey bölümünde yer alan ve bağımsızlığı Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği gibi uluslararası kuruluşlar ve bir çok ülke tarafından kabul edilmeyen, Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve askeri olarak desteklediği yavru vatan. Her daim delidolu Adada Türkler’in ve Rumlar’ın günlük ticari ve sosyal hayatları içiçe geçmişken, 1960’dan 1974’e ve 1980’lere kadar üzücü olaylarla geçen mazi, halkı siyasi ve politik boyutta sınırlarla yaşamaya mecbur kılıyor. Ada halkı, bu çalkantıların getirdiği gerginlikten hayata umursamaz ve eğlen-celi yanından bakarak kurtulmaya çalışıyor adeta... En keyifli yönleri de kendilerine özgü aksanları ile anlattıkları neşeli hikayeleri ve bu hikayelere eşlik eden lezzetli sofraları...yaşanmış üzüntülerle zaman zaman yüzler gölgelense de, hüzne yer yok...işler yolunda gitse de gitmese de yüzler her daim gülüyor... ya da ben hep öylelerine rastladım. Gezdiğim yerlerin yaşanmışlıklarından kaynaklanan farklı enerjilerini hissetmeye çalışırım. Ülkelerin ve şehirlerin, tıpkı insanlar gibi, maceraperest, istikrarlı, tembel, hüzünlü, neşeli gibi özellikler de taşıdıklarını düşünürüm. Bu gözle baktığımda Kıbrıs sanki her daim delidolu, yaşlanmayan bir delikanlı.

Tek şehir iki başkent LEFKOŞA

Girne’ye 25 km uzaklıkta, dünyanın bölünmüş tek başkenti Lefkoşa’dayız. Lefkoşa’nın tarihi eserlerle dolu bölgesi korumaya alınmış. Bu alanda çok hızlı olmasa da restorasyon çalışmaları devam ediyor. Cumbalı iki katlı evleriyle Lefkoşa adeta açık hava müzesi... Kıbrıs’ta Gotik tarzdaki mimarinin çok önemli eserlerine rastlamak mümkün. Bunlardan biri de Lüzinyanlar tarafından 1208-1326 yılları arasınada Lefkoşa’da inşa edilen St. Sophia Katedrali. Osmanlıların Kıbrıs’ı fethinin ardından camiye çevrilerek Selimiye Camii adını almış. Lefkoşa’nin güney doğu tarafında yer alan Büyük Han, restoranları, antikacıları ve el sanatları ürünleriyle ilgi çekici bir merkez. Dikdörtgen biçiminde inşa edilen 70 odalı yapının iç bahçesinde, alt kısmı çeşme olan sekizgen yapılı bir mescit yer alıyor. Kimlikle geçiş Büyük Han, Lokmacı Sınır Kapısı’na çok yakın. Hergün gruplar halinde Rumlar bu kapıdan kimlik göstererek Türk kesimine geçip alışveriş yapıyor, dostları ile kahve sohbetlerinde buluşuyor, günün sonunda geri dönüyorlar. Adada yaşayan Türkler de Rum kesimine aynı rahatlıkla geçebiliyor. Ama eğer AB pasaportunuz yoksa bu iki saniyelik geçişi yapabilmek ancak Türkiye üzerinden Yunanistan ve oradan Ada şeklinde mümkün olabiliyor. Lefkoşa’da bunca güzellik arasında ne yazık ki ‘Barbarlık Müzesi’ gibi acı izler taşıyan yerler de var. 21 Aralık 1963 gecesi Rumların insanlık dışı bir katliamına sahne olan bir ev müzeye dönüştürülmüş. Askeri doktor Nihat İlhan’ın görevde olduğu gece, doktorun eşi, çocukları ve komşularını, sığındıkları evin banyosunda katletmişler. Evdeki tüm izler, o geceki hali ile adeta zamanda asılı kalmış vaziyette savaşın ibret abidesi olarak sergileniyor.

Beşparmaklar’a yaslanmış GİRNE

Adayı tarihi ve kültürel bir gezi programı ile ziyaret etme niyetindeyseniz mutlaka bir butik otelde konaklamalısınız ama eskiden kalma restore edilmiş olanından, Girne’de Beş Parmak dağlarına yaslanmış bir butik otel mesela, Bellaview gibi... Adadaki her şehir farklı güzel ama Girne konaklama için en ideal olanı. Burada bir otele yerleşip, günübirlik gezilerle Adayı turlamak mümkün. Girne’de özellikle at nalı şeklindeki tarihi liman civarında cafelerde oturmak, salaş bir balıkçı kahvesinde yöre halkı ile kırk yıllık ahbap gibi sohbet etmek, limanı çevreleyen eski zamanlardan kalma denizci hanları görünümlü binaları güneş batana kadar seyretmek insanı dinlendiriyor. Şehrin en güzel manzaralarından biri Akdeniz sularına siper olan kale surlarının tepesinde, diğeri ise Beşparmak dağlarına yaslanmış Bellapais Manastırı’nda... Makarios’un bir dönem yaşadığı kartal yuvasına benzeyen evi de bu bölgede manzaraya nazır bir açıda bulunuyor. Buram buram tarih Girne, İngilizce Kyrenia, Yunanca Kerynia, limanı, kaleleri, manastırları ile asırlar boyu kıtalarla boy ölçüşecek kadar eski tarihe sahip bir şehir. Özellikle efsanevi Girne Kalesi ile sahil kasabası görünümündeki bu şehir buram buram tarih kokuyor. Kale 7. yüzyılda, Arap akınlarına karşı kenti korunmak için inşa edilmiş. Kalenin içindeki bir müzede M.Ö 300 yıllarına tarihlenen ve gemi batıkları arasında en eski batık olduğu bilinen gemi kalıntıları da sergileniyor. Kaleyi dolaşmak bir kaç saatinizi alabilir. İçinde pek çok enterasan detay gizli. Girne’ye 5 kilometre mesafedeki Bellapais Manastırı ise Gotik mimarinin en güzel örneklerinden biri olarak kabul ediliyor. Bellapais adada günbatımını izleyebilecek en etkileyici lokasyonlardan. Burada Girne ve Akdeniz ayaklarınızın altında. Bellapais Manastırı, akşamları ışıklandırılıyor. Manastırın içinde yer alan konser salonları ve galeriler kültürel ve sanatsal etkinliklere evsahipliği yapıyor. Bu mekanda klasik müzik konseri izlemek çok keyifli olurdu ama bu şansı yakalamadık. Bellapais’te her bahar klasik müzik festivali düzenleniyor. Manastırın etrafında tek yada iki katlı sevimli evler göze çarpıyor. Evler arasındaki dar sokaklarda gezinirken önce eski çağlardan kalma bir un değirmeni ile karşılaşıyoruz. Şimdilerde restore edilmiş cafe olarak hizmet veriyor. Biraz ileride ise şahane manzaraya hakim konumda güzel bir restoran karşımıza çıkıyor. Burası butik otel Bellapais Gardens’ın restoranı. Bu özel yeri İngilizler çoktan keşfetmiş, akşam yemeği için tüm masaları doldurmuşlar, şans eseri yer bulabiliyoruz. Şef Selim’in özel ödüllü yemeği levrek arası somon füme şahaneydi. Kendi elleri ile servis ediyor. Cenap’ın Yeri Girne yakınlarında Alsancak köyünde kendine has lezzetleri, sıcak ortamı ile yerel bir işletme olan Cenap’ın Yeri de lezzet hafızamızda ayrı bir yer edindi. Görmüş geçirmiş sohbet adamı Cenap gece boyu evsahipliği yapıyor. Yemekleri hazırlayan karısı da bizi kapılara kadar uğurluyor. Misafirperverlik dorukta. Orada Kıbrıs lezzetlerinin elli farklı çeşidini tattıktan sonra midemin aynı ebatta kalmasına ve sofradan oturduğum hafiflikte kalkmama şaştım. Doğal Akdeniz mutfağının sihri olsa gerek. Bu arada Girne’de tesadüf eseri bir resmi binanın bahçesinde karşılaştığımız 200 yaşındaki hem dişi hem erkek ağaç olarak anılan Bella Solarus da unutmamak gerek. Eskiden sandal yapımında kullanılıyormuş.

Kumlara gömülü kent Mağusa

Ertesi gün durağımız, Ortaçağ Avrupa mimarisinin günümüzde yaşayan en güzel örneklerinden biri; Mağusa oldu. Şehir Yunanca’da “Kumlara Gömülü Kent” anlamına gelen “Famagusta” diye tanınıyor. Bu şehir Antik Yunalılardan, Romalılara, Araplar’dan, Fransızlar’a, İtalyanlar’dan İngilizler’e ve Türkler’e kadar birçok uygarlık için önemli bir merkez olmuş. Bu yüzden şehirde her uygarlığın özenli mimari eserlerine rastlanıyor. Bu şehrin sınırları içindeki Salamis antik şehri ise bugüne dek kalıntılarına rastlanabilmiş dünyadaki en eski tarihi şehirlerden biri sayılıyor. 1298-1312 yılları arasında Lüzinyanlar tarafından yapılmış olan St. Nicholas Katedrali’nin, tüm Akdeniz dünyasının en güzel Gotik yapısı olduğu söyleniyor. Lüzinyan kralları önce Lefkoşa’da St.Sophia Katedrali’nde Kıbrıs kralı, sonra da Mağusa’da St. Nicholas Katedrali’nde Kudüs Kralı olarak taç giyerlermiş. Katedral 1571 yılında cami haline getirilene dek, bu törenler devam etmiş. Osmanlı döneminde camiye dönüştürülerek Lala Mustafa Paşa Camii adını almış. Katedralin yanlarına cami için ilave edilen minareler, orijinal görünümünü fazlaca perdelememiş. Enterasan bir kombinasyon ortaya çıkmış. Müslümanların içinde ibadet ettiği Cami, Hıristiyan turistlerin ilgi odağı olmayı sürdürüyor. Caminin bahçesindeki Cümbez ağacının gölgesinde bir süre oturarak tarihi havayı solumaya devam ediyoruz. Bu görkemli ağacın Katedralin inşasına başlandığı 1298 yılında dikildiği söyleniyor. Othello’nun mekanı Dev gövdesi 2.70 metreden sonra dallara ayrılarak şemsiye gibi genişliyor. Adanın en yaşlı ağacı, tarihe tanıklık etmeyi bizden sonra bile sürdürebilecek canlılıkta görünüyor. Şehir, Leonardo da Vinci’nin tasarladığı şehir surları, William Shakespeare’in ünlü eseri Othello için mekan olarak seçtiği Doğu burçları, Venedikli Kraliçelerin Taç giydiği katedralleri, III. Haçlı seferi sırasında adayı ele geçiren Aslan Yürekli Richard’ın son Bizanslılarla savaştığı Kantara kalesi ile tarihten derin izler taşıyor. Sheakespeare’in ünlü tragedyası Othello’nun Mağusa’da geçtiği söyleniyor. Venedik Sarayı kalıntıları üzerine Osmanlı döneminde inşa edilen iki katlı bir zindan da ise Namık Kemal 38 ay yaşamış. Ünlü yazar ‘Vatan yahut Silistre’ adlı oyununun 1873 te sergilenmesi üzerine Kıbrıs’a sürülmüş. Ama buradan yazdığı mektuplarda, sürgün hayatı yaşadığı yerin güzelliğinin Paris’teki otel konforunu aratmadığından sözetmiş. Şimdilerde müzeye dönüştürülmüş bu zindan, yıllar sonra bile cidden sevimli görünüyor. Kıbrıs dünya tarihinden derin izler taşıyan özel bir ada olmakla beraber günümüzdeki genel görünümü sanki 1980 li yıllarda demirli kalmış gibi. Fazla yenilik yok. Adada her mevsim İngilizler’e rastlamak mümkün. Galiba adanın keyfini en çok onlar çıkarıyor.