"Burada açık ve net konuşacağım. Çünkü 7 Ekim tarihi bir başlangıç olarak anlatılıyor. 7 Ekim'den sonraki süreç hiç konuşulmuyor. Şu an itibarıyla 13 bin Filistinli çocuk, kadın, yaşlı ne yazık ki öldürülmüştür. Bunun yanında artık neredeyse Gazze diye bir yer kalmadı. Yatıyorlar, kalkıyorlar, Hamas, Hamas, Hamas... Hamas'ın silah varlığı ve gücü ile acaba İsrail'in silah varlığı, gücü mukayese edilebilir mi? Şu anda İsrail'in nükleer silahı var mı? Var; ama bunu İsrail'e sorarsanız 'var' demez. Çünkü onlar yalanı çok iyi kullanırlar. Bütün bunlarla beraber şu anda şu kadar mâlî destek verildiğinden bahsediliyor. Peki, Hamas'a böyle bir mâlî destek veriliyor mu? Böyle bir şey söz konusu mu? Hayır, böyle bir şey de yok. Filistin'in kendisine verilmesi gereken destekler de verilmiyor (...) Tevrat'ta bunların hiçbirisi yoktur. Yapamazsın. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nde yapamazsın. Ama burada görüldüğü gibi bu çocuklar nasıl vuruluyor? Hastanelerde bunlar nasıl öldürülüyor? Bunlar karşısında biz elimiz kolumuz bağlı mı duracağız? Buna karşı hiç sesimizi çıkarmayacak mıyız? Eğer burada elimiz, kolumuz, dilimiz bağlı kalırsak bunun tarihe hesabını veremeyiz. Onun için bir borçluluk psikolojisi içerisinde İsrail–Filistin savaşını değerlendirmemek gerekir. Bakın, ben rahat konuşuyorum. Çünkü bizim İsrail'e borcumuz yok. Ama borçlu olanlar rahat konuşamıyorlar. Biz Holokost cenderesinden geçmedik."
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, yaklaşık iki yıl önce, 17 Kasım 2023'te, İsrail'in 7 Ekim saldırılarından yaklaşık bir buçuk ay sonra Almanya'ya yaptığı seyahatte, Almanya Başbakanı Olaf Scholz ile gerçekleştirdiği ortak basın toplantısında, tüm dünyanın gözü önünde, bu sözleri Scholz'un yüzüne karşı söyledi. İsrail'in katliamları henüz soykırım mesabesinde değerlendirilmiyordu; Avrupalı ülkeler Gazze'de yaşananlar karşısında henüz çok duyarsızdı ve hâlâ Hamas'ı kınamakla meşguldü. Filistin'e karşı bu denli yüksek bir kamuoyu desteği oluşmamıştı. Türkiye ise ilk günden itibaren bu vahşeti en yüksek seviyede anlatmak ve İsrail'in izolasyonu için en çok çalışan ülke oldu. Bunda kuşkusuz Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın şahsî duruşu ile Türkiye kamuoyunun konuya hassasiyeti de etkili oldu.
Evvelki gün, Scholz'dan sonra göreve gelen Alman Başbakan Friedrich Merz Türkiye'deydi. Ondan önce de İngiltere Başbakanı Keir Starmer...
Bu ziyaretlerin çok boyutlu analizini yapmak mümkün. Elbette Avrupa ülkelerinin, yeni güvenlik ihtiyacı için oluşturmak istedikleri yapıda Türkiye'ye ihtiyaç duymaları; Türkiye'nin savunma sanayiinde geldiği nokta ve tabii ki hâlihazırda NATO'nun ABD'den sonra en güçlü ve disiplinli ordusuna sahip olması gibi pek çok objektif kriter var. Türkiye, bu süreçte ülke menfaatlerini maksimum düzeyde tutmaya özen gösterirken, bir taraftan da Türkiye'nin itibarını ve özgül ağırlığını -anlaşma masalarındaki pozisyonunu destekleyici, yükseltici- tutumundan hiç vazgeçmedi. Bunda, sert güce yaptığı yatırımlar kadar, ahlâkî duruşundan taviz vermemesinin de etkili olduğu muhakkak.
Gazze konusu bunlardan biri. İki yıl önceki Alman Başbakanına söylediği sözlerin benzerini Merz'e de söyledi Erdoğan. Bir tek "Hamas kadar taş düşsün başınıza" demediği kaldı. Neticeye ne kadar tesir ettiğiniz kadar, uzun erimli sergilediğiniz tavır da zamanla diplomatik bir ağırlığa dönüşebiliyor. Türkiye'nin insânî ve siyasî kırmızı çizgileri konusunda uzun zamandır sergilediği tavır bu yönde bir tesir oluşturdu.
Bölgesel konularda yol alabilmesi, ABD ve Avrupa ülkeleriyle ilişkilerindeki yeni düzey de bu şekilde mümkün oldu. Türkiye, tüm dünyanın imtihanına dönüşen İsrail sorununda da, Suriye ve PKK konusunda da benzer şekilde tavrını, duruşunu değiştirmedi. Doğru bildiğini her zaman ve her yerde açıklıkla söyledi. Eşit ilişkiye her zaman açık oldu ama ödev verilen ve önüne karne konulan ülke olma pozisyonunu reddetti. Bu sayede bugün artık Türkiye için "AB karnesi" gibi laflar telaffuz edilemiyor. Türkiye, eşit ilişki geliştirilen bir ortak olarak muhatap alınıyor.
Erdoğan karşıtlığının yıllarca Batının ortak siyasî söylem ekseni hâline gelmesinin nedeni herhâlde artık açıktır: Türkiye'nin menfaatlerini korumaktan aciz; "otur" denince oturan, "kalk" denince kalkan birinin ülkenin başına gelmesini istiyorlardı.