Son yıllarda aileyi konuşurken hep olumsuzluklar aklımıza geliyor. Bunun iki ana nedeni var. Birincisi, gerçekten de "aile gemisi" su alıyor. Unutmayalım ki Kur'an-ı Kerimde Hz. Nuhun gemisine beyt, yani ev deniyor. Ev gemimiz su alıyor. Boşanmalar, geç evlilikler, ana-baba saygınlığının kalkması, doğurganlığın düşüşü gibi gerçekler aile gemisinin su aldığını gösteriyor. Bunlar ile ilgili bilinç uyandırmak, farkına varmak ve sonunda tedbirler almak için olumsuzlukları konuşuyoruz, araştırıyoruz, analiz ediyoruz.
Aileye ilişkin olumsuzlukları anlatmanın nedeni, temelde su alan geminin durumundan hoşnutsuzluk duymaktır. Buna dur demek, bunu engellemenin yolunu bulmak, aile ıslah ve ihya yenileme yollarını keşfetmek...
Fakat aileyi olumsuzluklar temelinde anlatan ikinci bir tutum daha var.
Bu tutum bambaşka amaçlara sahip. Başka şeylerin peşinde koşuyor. Aileyi olumsuzluklar alanı olarak kodluyor. Uzak durulması, kaçınılması ve terk edilmesi gereken bir yer olarak gösteriyor. Feminizm, bunu başlattı. Aileyi "hapishane" olarak imgelediler. Çünkü evi kadınları, kızları, dişil varlıkları baskı altında tutan sosyal mekân olarak gördüler. Ailede kadınlar her zaman erkek otoritesi altında ezilen, kontrol edilen, yönetilen bir varlıktı. Kadının özgürlüğü, birey olma iradesi baskılanıyordu. Kadın, burada esir haline geliyordu.
İş feminizm hikayesi ile de kalmadı. Aile, aynı zamanda "aile içi şiddet" alanı olarak da etiketlendi. Şiddet, kadınlar öne çıkarılarak anlatıldı. Kadınlara uygulanan şiddetin de kökeninde aile içi şiddet olduğu vurgulandı. Mesela kovit döneminde İstanbul Politikalar Merkezi Ve Sabancı Vakfı desteği ile yapılan bir araştırma, bu açıdan oldukça dikkat çekici. Araştırmada şiddet, kovit, çalışma hayatı ve kadın ilişkisi irdeleniyor. Bu da tamamen aile içi alan mekan seçilerek yapılıyor. Sonuçta kadına şiddetin kökeninde aile içi şiddet boyutunun öne çıktığı düşüncesine varılıyor. Kadınların iş yerindeki çalışma düzeninin ürettiği psikolojilerin baskısı ve sosyal hayattaki rol beklentileri üzerinde hiç durulmuyor.
Oysa Engels, iki yüzyıl önce kadının kapitalist iş hayatı ile ev içi çalışma arasında ciddi gerginlikler yaşayacağından bahseder. Yani kadının ve erkeğin ev içi ilişkileri sadece evde üretilmiyor. Aile, kapitalist toplum ve kültür içinde yerleşik. Bunlardan etkilenmeden var olması mümkün değil. Şiddetin kökenini ailenin içinde yapılandığı iş hayatı, gündelik yaşam ve toplumsal yapıda aramak gerekir.
Aile, erkeği ve kadını bağlayan yer olarak algılanıyor artık. Neden? Çünkü erkekler ve kadınlar artık birey merkezli bilincin kültürel yapısı içinde yetişiyorlar. Birey merkezli bilinç egemen hale geliyor. Medya, popüler kültür ve iş düzeninin talep pratikleri bunu üretiyor. Aile, kolektif yaşama alanı. Ben merkezli bilinçle burada yaşamak zor. Fedakarlık, paylaşım, dayanışma ve ötekiyle beraberliği gerektirir. Ben merkezli bilinç, sanki hakikatmiş gibi benimseniyor. Çünkü egemen. Kendini haklı ve doğru bulmanın kaynağında bu egemenlik ruhu var. Aile, bu egemen ruh açısından duvar ve engel görülüyor.
Haz, mutluk ve bireycilik dayanışmasına dayalı yeni yaşamda aile önem taşımıyor. Mutluluk ve haz, tamamen maddi ve bireysel planda talep ediliyor.
Son olarak aileye alternatif kolektif gruplar, yapılar ve kurumlar üretiliyor. Bireyselliği ile haz ve mutluluk peşinde koşma bahanesiyle aileye aidiyetini kaybeden başka gruplara koşuyor. Çeteler, mafya grupları, şifacılar, ne-spirtüalist gruplar... Aslında insan grupsuz yaşayamaz. Çok sınırlı ve marjinal insanlar için bu geçerli. Keşişler, dervişler, stoacılar bunu temsil ediyor. Genelde insan birey olma kadar kolektif aidiyete de ihtiyaç duyar. Aile bunun en sahih biçimi. Bunu reddedenler farkına varmadan başka gruplarda aile ruhunu karşılamaya çalışıyorlar.