Emekli General Cihat Yaycı, 400 sayfalık bir doktora yapmış. Çalışmayı da İstanbul Üniversitesi gibi köklü bir kurumda gerçekleştirmiş. Yıl 2004 ve danışmanı da Toktamış Ateş. Ancak tez çalışması, bir gazetecinin araştırmasıyla beraber copy-paste olduğu ortaya çıktı. Tezin önsözündeki 41 satır bile doğrudan intihal. Irak Krizi adıyla yayınlanan bir kitaptaki paragraflar kopyalanarak "Önsöze" yapıştırılmış. Bu intihal "Giriş" kısmında da devam ediyor. Daha farklı kitaplarda da bu intihal devam ediyor.
Keşke bir gazeteci yerine bir akademisyen bu tespitleri yapabilseydi. Eleştirel düşünce ve akademik araştırma bunu gerektirir. Akademik eleştiri, akademik çalışmaların gelişmesine ve güçlenmesine katkı sağlar. İnsanları akademik hırsızlıktan ve ahlaksızlıktan uzak tutmaya yarar.
Bu örnek olgu, Türkiye'nin üniversite ortamında doktora çalışmalarının zafiyetini gösteriyor. Üstelik bu çalışmayı yapan şahıs general olmuş, üst düzeyde görevlerde bulunmuş. Doktorlukla da kalmamış bir de doçent olmuş. Acaba doçentlik kriterlerini nasıl yerine getirmiş? Ona doçentlik raporunu yazan ve onay verenler bilimsel standartlara uydular mı? Bu sorular arka arkaya aklımıza gelmeye başlıyor.
İlginç olan ise Yaycı'nın medyada yeni bir aktör olarak akademik titre ile çıkıp konuşması ve konferanslar vermesidir. Hakikaten konuşmalarının muhtevasına baktığımızda ve tarzına dikkat ettiğimizde akademik taraftan bahsetmek zor.
İlk dikkatimi çeken "FETÖ-metre" ifadesi. Her gün bunu fütursuzca kullandı. Nasıl olsa bir terör yapısına eleştiride bulunuyor diye kanıksandı. Oysa sosyal bilimlerde doktora yapan birisinin kullanamayacağı bir ifade. Çünkü sosyal bilimin temel ilkelerine aşina olan, sosyal alanın ölçülemeyeceğini, tartılamayacağını ve doğa bilimleri gibi hareket edemeyeceğini iyi bilir.
Elbette FETÖ, çok trajik bir olgu. İlahiyatçılarımız, siyaset bilimcilerimiz, sosyologlarımız araştırmalı ve akademik müktesebatları ile konuyu aydınlatmaya çalışmalıdırlar. Ama sosyal bilim alanında doçent olan birinin en temel bilimsel yöntem ilkesini bilmemesi düşündürücüdür.
Doçent Yaycı, bununla da kalmadı. Her zaman pejoratif, savaşçı ve karşıt bir dil kullanmaya devam etti. Bir akademisyen doçentlikle çatışan tutumlar içine girdi. Gün oldu, Ermenilerin Akdamar Kilisesi'nde yılda bir yaptıkları ayinlerine tehditler yağdırdı. Gün oldu, Terörsüz Türkiye atılımına eleştiriden öte etmediği aşağılama lafları kalmadı.
Aslında mesele Yaycı değil. Yaycı örneğinde akademik unvanların nasıl bu kadar rahat elde edildiği ve sonra da bunun nasıl kolay araç haline getirildiği. Doktora almanın nasıl böyle kolaylaştığı. Yıllar evvel, Sorbonne Üniversitesi'nde J. Chirac'ın karısının arkadaşı olan bir astroloğa sosyoloji doktorasının verilmesiyle doğan tartışmayı hatırladım. Dünyada da üniversitelerin krizlerine rastlıyoruz. Homo Academicus adlı eserinde Bourdieu da bu konu üzerinde durur.
Bürokratların doktora titri alma baskıları ve özel üniversitelerin esnek tutumları akademik dünyamızın karşı karşıya olduğu ciddi bir zafiyeti gösteriyor. Elbette kimi hocaların ne olursa olsun öğrenci yetiştirme hevesleri de buna eşlik ediyor. Bu kadar çok üniversite ve alan da başka önemli bir boyut.
YÖK, birçok eleştirilere rağmen gerekli bir kurum. Çünkü bunları denetleme imkanını veriyor. Ancak görülüyor ki bu konuda epey yetersizliklerimiz var. Bu nedenle özellikle lisansüstü çalışmalarda ve doçentlik sınavlarında denetimlerin daha fazla olması gerekir. Akademik ilgi ve vizyonu olanlara bu yolların açılması gerekir. Yoksa akademisyen de önemini kaybeder, doktor olan da doçent olan da. Bilim, özellikle sosyal bilimler alanında ilerleyemez. Toplum meselelerimize objektif bir şekilde ayna tutamaz. Oysa göç, dini gruplar, Terörsüz Türkiye, kentleşme, aile gibi nice sorunlarımız var. Bu sorunları anlamada ve çözmede ancak kaliteli bilimsel çalışmalar ve yetkin akademisyenler katkı verebilir.