Pazartesi günleri iktisat yazıları yazma günüm ama ben bugün, gazetelerdeki bir haber sonrası, alevi konusuyla ilgili bir şeyler yazacağım ama yine de iktisat alanı içinde kalarak bir öneri getirmeye gayret edeceğim.
Haberin özeti şöyle: “Hükümet, 2010’da hazırlanan ve önerilerinin büyük bölümü hayata geçirilmeyen Alevi Açılım Paketi’ni güncelliyor. Alevi toplumunda rahatsızlıkların gittikçe arttığı saptaması yapan hükümet, cemevleri, Alevi Enstitüsü, Diyanette temsil olanağı gibi başlıkları yeniden tartışmaya açıyor; 2010’da da tartışma konusu olan bu başlıklar için Alevilerin dernek ve vakıflarıyla yeniden masaya oturulacak. Yarım kalan Alevi açılımı, hükümetteki “uzlaşmacı” isimlerin koordinatörlüğünde yeniden gündeme gelebilecek.” (Hürriyet, 22 Haziran Cumartesi)
Asağıda yazacaklarım tümüyle sübjektif görüşlerim ve amacım da demokratik ve laik bir hukuk devletinde din hizmetlerinin en hakkaniyete uygun biçimde finansmanı konusunda bir öneri getirmek.
Unutmayalım, alevi meselesinin özü Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) mevcut işleyiş mantığı ve 1925 tarihli tekke ve zaviyelerin kapatılmasına ilişkin bir inkılap kanunudur.
Mevcut sistemin (DİB) olabilecek sistemlerin en kötüsü olduğu, en hakkaniyete uymayanı olduğu kanaatini taşıyorum, olabilecek en uç devletçi model.
Anayasanın 136. Maddesi Diyanet İşleri Başkanlığı’nı genel idarenin bir parçası kılıyor ve böylece de finansmanının merkezi bütçeden yapılmasını öngörüyor; Anayasada çok saçma başka hükümler de var, bu da bunlardan biri, çok büyütmüyorum.
Ancak, Siyasi Partiler Kanunu (SPK) 89. Maddesi kanımca DİB’in mevcut statüsünü savunanları bu pozisyonlarında en çok ahlaken zorlaması gereken madde.
Bu madde (SPK 89) bir siyasal partiye DİB’in genel idare dışına taşınması projesini programına almasını dahi yasaklıyor, böylece DİB’i (Anayasa 136) Anayasanın değişmez, değişmesi teklif dahi edilemez bir maddesi haline getiriyor ve nedense SPK 89’ı değiştirmek için otuz küsür senedir bir girişim gözlenmiyor.
Düşünülebilecek, önerilebilecek ikinci uç pozisyon, en az devletçi pozisyon ise din hizmetlerinin üretim ve finansmanın tümüyle özel kesime, piyasalara, doğru tabiriyle de sivil topluma bırakılması.
Bu satırların yazarının uzun vadede tercihi bu ikinci en az devletçi çözüm; devletin bu süreçte yegane fonksiyonu bu üretim sürecini evrensel standartlarda bir kamu düzeni anlayışıyla dışarıdan, sürecin özüne dokunmadan denetlemek.
Bugün önereceğim model ise bu iki uç çözüm arasında, çok sayıda Avrupa ülkesinde uygulanan bir nodelin matığı.
Bu önereceğim modelde DİB yine mevcut olacak, kurumsal olarak genel idare içinde olmasında bir sakınca yok ama finansman yöntemi asla merkezi bütçe gelirleriyle diğer kamu hizmetleri gibi olmamalı, gönüllü bir finansman yöntemine geçilmeli.
Bu önerim aslında düzgün bir vergi sistemi yani her vatandaşın gelir vergisi mükellefi olacağı ama ödeme gücü olanın pozitif, ödeme gücü olmayanın da negatif vergi (devlet yardımı) ödeyeceği gerçek ve demokratik bir vergi sistemi ile paralel nitelikte.
Her vatandaş ödediği gelir vergisinin, mesela yüzde birini, gönüllü olarak DİB fonu olarak öder, böylece DİB’in kuruluş mantığına ve ideolojisine karşı, mesafeli yurttaşlar da, mesela müslüman olmayan vatardaşlarımız, böyle arzu eden alevi yurttaşlarımız ve başkaları bu kurumun finansmanına katkı yapmazlar, karşılığında da bu kurumdan hizmet talep edemezler.
DİB’in finansmanı sadece gönüllü ama kamusal yöntemlerle tahsil edilen ödemelerden oluştuğu sürece de bu kurumun meşruiyeti çok daha artar, anlamsız tartışmalar da son bulur kanaatindeyim.
Bugün, DİB, büyük ölçüde mevcut Başkanının sayesinde, insanlara meşruiyet krizi yaşatmadan idare ediliyor olabilir ama bunun gelecekte devamının garantisi yoktur, kurumun yeniden asli işlevine, 28 Şubat günlerindeki resmi, devletçi, kemalist sistemin güçlü payanda rolüne dönmesi işten bile değildir.
DİB gibi kurumların meşruiyeti ve yararı başkanlarının dirayetine değil, kurumsal demokratik garantilere bağlanmalıdır.