Yaklaşık bir yıl önce ilk adımları atılan Terörsüz Türkiye sürecine dair muhalefet ve medyada Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın sürece sahip çıkmadığı iddiası vardı. Oysa memleket 2018'den beri başkanlık sistemiyle yönetiliyordu. Üstelik Cumhur İttifakı liderleri sık sık görüşüyor ve birçok meselede baş başa değerlendirme yapıyorlardı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan gençlerle buluşmasında kısa ve öz açıklamalarda bulundu: "Bu terör öyle sirayet etti ki üniversitelerimizin içinde, başta sizin üniversitenizde olmak üzere, buralarda gençlerimiz sağlıklı bir şekilde okuma imkanı bulamadılar. Tabii halka baktığımız zaman Güneydoğu, Doğu Anadolu, buralarda terör acayip şekilde kan götürdü ve birçok insanımızı buralarda kaybettik. Dedik ki bu işi aşmamız lazım. Oturduk askerimizle, polisimizle, hepsiyle bu işin değerlendirmesini yaptık ve terörsüz bir Türkiye'yi nasıl inşa edeceğiz dedik. Yapar mıyız bunu? Bütün arkadaşlarımız, 'Yaparız' dediler. Bütün istihbarat teşkilatımız, bunun yanında hükümetimiz, kabinemiz hiç hafife almadan adım atacağız dedik, süratle Terörsüz Türkiye'nin adımını atalım dedik ve attık...Parlamentodaki arkadaşlar da bu 'Terörsüz Türkiye' ile ilgili görevlerini üstlendiler ve bu çalışmaları süratlendirdik. Bu şekilde devam ediyor."
7 Ekim 2023 yalnızca Gazze'yi değil Orta Doğu'yu etkileyecek yeni bir dönemi başlattı. Ankara'nın olası gelişmelere karşı hazırlıklı olması gerekiyordu. Esas mesele Suriye'nin parçalanma riskiydi. Suriye'nin geleceği için Batı'da etkin bir diaspora harekete geçti. Ankara-Riyad-Doha ekseni ABD'nin bölgedeki çıkarlarıyla kesişen bir süreci başlattı.
Türkiye'de terör örgütü zaten etkisini yitirmişti ancak Suriye'ye geçip YPG saflarına katılan militanlar zamanla ABD'nin kurguladığı SDG çatısında buluştu. ABD'li yetkililerin Arap aşiretlerini de dahil ettiği SDG, DEAŞ bahanesiyle kurulmuş olsa da İran'a karşı bir set görevi için motive edilmişti. Şimdi DEAŞ'ın hortlatılması şaşırtmamalı. DEAŞ'ın yeniden ortaya çıkacağı günü bekliyorduk.
Bölgede güç merkezinin Şam'a doğru yönelmesi SDG'yi de sarsacaktır. ABD'de Savunma Bakanlığı bütçesi görüşülürken Temsilciler Meclisi Suriye'ye yaptırımları kaldırdı. Bundan sonra Kongre süreci var.
Suriye'ye yatırımların gelmesi an meselesi. Altyapı, enerji şirketleri ülkenin savaş sonrası yeniden toparlanmasını sağlayacak. Bu süreci aksatacak gelişmeler ise İsrail-İran gerilimine yaslanıyor. Her iki ülkenin de Lübnan-Suriye-Irak hattında karşı karşıya olduklarına tanık olduk.
ANAYASA SÜRECİNE SOL'DAN BAKIŞ
Ankara'nın kararlı tutumu Suriye'nin bütünlüğünü öncelerken içerde tartışmalar anayasa değişikliği üzerinde yoğunlaşıyor. Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum "Terörsüz Türkiye'ye Geçiş Sürecinde Sol Tartışması" başlıklı yazısıyla sol-demokrat çevreleri anayasa sürecine destek vermeye çağırdı.
İdris Küçükömer'den mülhem sol ve sağ kavramlarının karıştığı bir memlekette 1990 sonrası ortaya çıkan tabloda kentli solcuların neo-liberal kültürel kuşatma altında kaldığını kabul etmek zorundayız. Bu kitlenin bireyi merkeze alan Avrupa rüzgarından etkilenmemesi de mümkün değildi. Bu sebeple uzun yıllar bireyin özgürlüğü mottosu pankartlara yansıdı.
Avrupa merkezli bakışta bireyi önceleyen formüller zaman zaman İslamcı, Solcu, Sağcı kitleleri kuşattı. Oysa bu üç damarı besleyecek metodoloji Kemal Tahir'de karşımıza çıkıyor. İthal düşünce hareketlerine karşı yerli tezler sürerken Batı'nın sınıflı toplumlarını ortaya çıkaran tarihsel süreçlerin, coğrafi durumların, kültürel etkilerin geçerli olmadığı, bambaşka güç-iktidar ilişkilerinin olduğu topraklarda yaşadığımızı vurguladı.
Ona göre "devlet, Batı'daki gibi toplumun karşısında doğmuş bir baskı aygıtı değildir; toplumu kuran ve ayakta tutan tarihsel bir zorunluluktur." O sebeple Şeyh Edebalı'yı konuşturur. Esas mesele devletin toplumla kurduğu ilişkinin niteliğidir.
Bugün terörün sonra ermesi yalnızca silahların susmasıyla değil; devlet ile toplum arasındaki bağın yeniden meşrulaşmasıyla mümkündür. Çünkü toplumsal bütünleşme, bireysel hakların toplamından ibaret değildir. Birlikte yaşama iradesi, ortak bir siyasal çerçeveye ve tarihsel süreklilik duygusuna yaslanır. Bu sebeple yeniden tanımlanmış bir ilişki şarttır ancak bu tanımlamaya toplumun ekseriyeti rıza göstermelidir.
İmparatorluk bakiyesi bir memlekette 100 yılı aşan Cumhuriyet deneyimi ve 1950 sonrası demokrasi arayışları bize acı hatıralar da bıraktı. Sınırsız hak ve özgürlükler temelli bir paradigmayı merkeze aldığımızda sorunların yatışmayacağını bilmeliyiz. Çünkü toplumsal bütünleşme, yalnızca hak ve özgürlükler diliyle değil; tarihsel aidiyet ve ortaklık duygusuyla da ilişkilidir.
Kemal Tahir'in düşünce mirası, yalnızca sol için değil hemen herkes için önemli bir kapı açar: Türkiye'de toplumsal bütünleşmeyi, kimliklerin yan yana gelişi olarak değil; tarihi tecrübelerle birlikte kalma iradesi üzerinden düşünmek gerekiyor.
Belki asıl mesele solun devlet-toplum ilişkilerini nereye koyduğundan çok Türkiye'yi nereden okuduğudur.