Geçtiğimiz haftalarda yine aynı mecrada, benzer bir saygısızlığa denk gelmiştim. Alemlere rahmet olarak yaratılan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) ile Mustafa Kemal'i doğrudan kıyaslayan bir yazıydı.
O gün, "Bunu gündeme almak bile lüzumsuz" dedim. Zira bazı çirkinlikleri duyurmak, onlara pay kazandırmak olur.
Lakin bir kişi bir kez küfreder, susarsın. İkinci kez tekrar ederse, bu artık münferit değil, planlı bir saldırıdır.
Susarsak zannedecekler ki bu topraklarda hakikat yok, sahip çıkan kalmamış.
Bu topraklarda hâlâ "Hakikatin hatırı bütün hatırlardan üstündür."
*
Bu ne sakilliktir ne kurnazlıktır!
Göz mü kaldı ki hakikati görsün?
Kalp mi kaldı ki aşkı hissetsin?
O Peygamber ki Kur'an'la konuşur, siz kalkıp Caetani gibi bir İslam düşmanının satır aralarında bulduğunuz birkaç cümleyle "Peygamber nasıl biriymiş Atatürk'ün gözünde?" diye sorguluyorsunuz.
Ne cüret bu!
İnsan biraz haddini bilmeyi öğrenir.
Ne "Peygamberimiz" der, ne "Efendimiz." Sadece "Muhammed" yazar!
Bu, bir dil tercihi değil; bir inkâr biçimini sancaklaştırmaktır!
Çünkü onların zihninde Resul, sadece bir figürdür; bir peygamber değil, bir stratejisttir!
Siz Allah'ın elçisini, Bedir'de, Uhud'da meleklerle yürüyen bir hakikat eri olarak değil, "iki zırh giyen" bir savaşçı gibi anlatmaya kalkarsanız, niyetiniz bellidir: Peygamber'i idealize ederek Atatürk'ü meşrulaştırmak.
Atatürk'e "bakın, o da peygamberi takdir etmiş" dedirtmek! Bu hem tarihî sahtekârlık hem de ilahî misyonu istismar etmektir.
Kaan Arslanoğlu'nun kaynağı: Leon Caetani.
İtalyan bir sosyalist, bir Marksist, bir oryantalist.
Yani üç cepheden İslam'ın karşısında duran bir şahsiyet.
Bu şahsın yazdıklarıyla Resul anlatılır mı?
Ya da bu İslam düşmanını okuyan Resulü anlar mı?
Sen İbn Hişam'ı, Taberî'yi, Kadı Iyâz'ı, İmam Buhârî'yi, Muhammed Hamidullah'ı, Muhammed Esed'i bir kenara at; sonra da Caetani'nin diline yapış.
Caetani'nin derdi İslam'ı anlamak değil, küçültmekti.
Onun zırvalarını referans alıp "Atatürk, Peygamberi böyle görüyordu" diye yazmak; şeytanın elinden megafonu alıp millete konferans vermekten farksızdır.
Bazı cümlelerin altını Atatürk çizmişmiş! Arslanoğlu da bunu sanki kutsal bir belge gibi sunuyor.
İstihzanın altını çizip, onu hakikat zannettirme kaygısı...
O cümlelere atfedilen değer aslında yazarın niyetini ele veriyor: Peygamberi, korunmaya muhtaç, korkan bir figür gibi göstermek. Hâşâ!
Oysa o zırh değil, vahiy kuşanmıştı.
Bilin ki bu ümmet, Resulünün sadece zırhını değil, davasını da sırtında taşır. Ve onun arkasında eğileni eğdirir, istihza edeni ise zelil eder.
Yazının en zehirli cümleleri burada saklıdır. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) Medine Yahudileriyle yaptığı anlaşmayı örnek göstererek, terör çetesi İsrail'in zulmüne adeta dolaylı meşruiyet sunulmak isteniyor.
"Bakın peygamber de anlaşmıştı" diyerek Filistin'de bebek öldüren Siyonist yapıyı aklamak...
Siz bu ümmetin kalbiyle mi oynuyorsunuz?
Ey Arslanoğlu!
İslam'a saldıran bir müfterinin, iftiralarla örülü tarih kurgusunu ulusal bir mecra eliyle kamuoyuna pazarlamaya çalışmanızı elbette anlıyoruz. O malum niyetin, o müzmin kini aşikâr. Lakin asıl trajedi şudur ki: Bu karanlık mesainizi, kurucu liderin zırhına bürünerek yapıyor olmanız, sadece bir kurnazlık değil; aynı zamanda ibretlik bir gaflet tablosudur.
Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) anlaşma yaptığı Yahudiler ahdine sadık kaldığı müddetçe korundu. Ama ihanete kalkıştıklarında Medine'den sürüldüler.
Senin bahsettiklerin ise ihanetin, işgalin, inkârın ta kendisidir.
Gazze'de taş üstünde taş kalmazken, sen hâlâ hangi Medine Sözleşmesinden bahsediyorsun?
Siz her ne kadar "Atatürk de Peygamberi seviyordu" diyerek dindar halkı kendi ideolojinize yedeklemeye kalksanız da bu milletin feraseti sizin dil oyunlarınıza yem olmayacaktır.
Peygamber Efendimizi (s.a.v.) Atatürk'le aynı terazide tartmaya kalkmak, çılgınlıktır.
O terazinin kefesi Peygamber'i taşımaz; diğer kefede ne konulursa konsun, eksik kalır.
Siz tarih yazmazsınız; tahrif edersiniz.
Siz anlamazsınız; bozarsınız.
Siz secde etmezsiniz; tahkir edersiniz.
Sizin kaleminizin ucunda, bizim imanımız yok.
Sizin ekranlarınızda, bizim secdemiz görünmez.
Sizin arşivlerinizde, bizim cihadımız satır dışıdır.
Allah'ın Resulünü anlamak için Caetani'ye değil, secdeye varmak gerekir.
Ve biz şimdi burada, o secdeden gelen hakikati haykırıyoruz:
Atatürk, bu cumhuriyetin kurucu lideridir; ilk cumhurbaşkanıdır. Tarihî bir figürdür; dünyevî bir mevkide, siyasî bir pozisyonda durur. Ona uhrevî bir anlam atfetmek, kutsiyet yüklemek beyhude bir gayrettir; sadece dünyevî bir hâkimiyetin simgesidir.
"Atatürk kimdir?" sorusuna verilecek en isabetli cevap ve dahi tanım bundan ibarettir.
Ve şimdi ben size soruyorum: "Atatürk kimdir ki 'gözünden' Allah'ın Resulü anlatılsın?"
Hangi beşerî nazar, nübüvvetin ufkunu kavrayabilir?
Hangi seküler bakış, risaletin derinliğine nüfuz edebilir?