Önce, ülkemizde zaman zaman yaşanan tatil enflasyonuna değinelim kısaca..
Tam 9 gün.. 80 milyonu aşkın bir sosyal bünye âtıl, tabiî fonksiyonlarından kopmuş olarak yaşıyor. Resmî dairelerden fabrikalara, hattâ ülke savunmasına kadar her alanda tam bir atâlet.. (Ta’til kelimesi de âtıl vaziyete geçme durumunu anlatıyor; kökü itibariyle, atâletten geliyor..)
Bizim çocukluk ve gençlik çağımızda ‘istirahate çekilmek’ mânâsında ‘tatil’ diye bir kavrama yer yoktu. Sadece, kar yağıp da yollar kapanınca.. Kendiliğinden ve kaçınılmaz olarak ‘âtıl’ hale geçiyor, yani tam bir ’tatil’ durumu yaşıyorduk, aylarca.. Bahar, Yaz ve Güz mevsimleri ise, çalışma dönemimiz oluyordu.
Şimdi ise, Yaz ayları modern insanın hayatını planlayışında ‘tatil zamanı’ olarak hesaplanıyor. Hele de ülkemizde, bir de iki hafta sonu (dört gün) arasına 3 -4 günlük bayram tatili girdiğinde, bütün bir sosyal hayat, 8-9 gün boyunca tamamiyle felç oluyor. Hatırlayalım ki, Japonya’da Hükûmet, haftalık iş saatini 44 saatten 42 saate düşürmek istediğinde işçi sendikaları karşı çıkmıştı. Bu işkoliklik, Japonların, ‘Atom bombası yediği Amerika’yla hesaplaşmanın başka bir şekli..’ idi.
***
Bir sosyal bünyenin kesintisiz olarak 8-9 gün âtıl vaziyete düşmesinin bünyemize faydadan çok zarar verdiği düşünülmeli değil midir? Kaldı ki, bu 8-9 gün boyunca işsiz-güçsüz kalması bir yana, bir ve bıkkınlık ve tembellik de getirmekte.. Ayrıca, bu uzun tatillerde trafik yoğunluğunun ortaya çıkardığı facialar tablosu ise, bir başka felaket.. Bu kazalarda yüzlerce insan hayatını veya sağlığını kaybeder ve binlerce araç da metal çöplüğüne döner ve bu durum her yıl tekrarlanıp durur iken.. Uykulu ve hattâ alkollü araç kullanmalara karşı alınmış caydırıcı kanunî tedbir ve engeller bile yok..
***
Bayram günlerini tatil beldelerinde dinlenmekle geçirmekşeklindeki yeni alışkanlıklar ise, insanımızı en yakın çevresine bile yabancılaştıran bir ferdiyetçiliğe yol açıyor.
Ama, bu durum yeni de değil.. Dostumuz Hasan Zer, Rusya Müslümanlarında olan ve son yüzyılın Müslüman düşünce hayatında önemli bir yeri olan Yusuf Akçura’nın 105 sene önce, 1913’deki bir yakınmasını gönderdi geçen gün.. Diyor ki, Akçura:
‘(…) 15 yıllık mecburî ayrılıktan sonra İstanbul’a geldiğim zaman, birçok iyi işler gibi Türk toplumunda bayramın da uçup gitmiş olduğunu gördüm. Hürmet beslediğim bir zatın elini öpmek için bayramın ilk günü konağına gitmiştim, ‘Evde yok, avda..’ dediler! Başka bir arkadaşımın hânesinden ‘Yalova’da..’ cevabını aldım. Diğer birisi ise, mutlak olarak, evde yok idi.. İstanbul’un aydın fikirli sayılanları bayramdan kaçıyorlar demekti.. Ve buna içim çok sızladı.. Bir toplumun en güçlü bağları böyle çözülmüş olursa, o toplum nasıl payidâr olabilir? (…)’
***
Bu arada, Nurî Pakdil ağabeyin bayram tebriğini de aynen aktarıyorum:
‘Ülkemizin geleceğini karartmak için kurulan tüm tuzaklara karşı, karanlık güçlerin tüm düşmanlıklarına karşı, tüm ihanetlere karşı omuz omuza durmamız dileğiyle.. Yeryüzünü kurtaracak hareketin Türkiye’den başlayacağına inancımı yineleyerek Kurban Bayramı’nızı kutlarım..’
***
Bayram’ın üçüncü günü bir bayramlaşmaya katıldım. Sohbetler oldu. Ancak, bir prof. arkadaşın, 1930’larda ülkenin başında bulunan bazılarının ağzıyla konuşması ve ‘Sözkonusu vatan olursa, gerisi teferruattır..’ sözünü çok matah bir ölçü imiş gibi tekrarlamasına şaşırdım.. Unutulmamalı ki, sionist yahudiler de, sırblar da, başkaları da bunca cinayetleri Filistin’de, Bosna’da ve diğer yerlerde aynı anlayışla işlediler- işliyorlar.
Korunması gereken, aslî inanç değerlerimizdir, vatan da ancak bu ölçüye göre aslî mânâsına kavuşur ve o şekilde korunur. 100 yıl öncelerde Saîd Halim Paşa, ‘Muselman nazarında vatan, inancının hayata hâkim olduğu topraktır..’ diyordu.