29 Eylül Pazartesi günü ikindi namazı vaktinde, yağışlı bir havada, Üsküdar-Bağlarbaşı'nda Marmara İlâhiyat Fakültesi Camii, diğer namaz vakitlerinde az görülen bir yoğunlukta, binlerce Müslümanla dopdolu idi...
Anlaşılıyor ki, bu büyük kitleyi buraya, bir şair, edib ve bir kalem adamı olmanın ötesinde bir irfan ve gönül adamı olan Yavuz Bülend Bâkiler'in ebediyet yolculuğuna uğurlanışı çekmişti. Ancak, bu insanların ekseriyetinin, ebediyet yolculuğuna uğurlamak için geldikleri 'merhûm'un şiir veya nesir yazılarını, edebî eserlerini okumuş oldukları uzak ihtimaldi. Öyleyse, 'merhûm'u böylesine bir muhabbet hâlesiyle kuşatan özelliği ne idi?
Denilebilir ki, onun bu cezzâbiyeti / çekiciliği, bir gönül adamı ve Müslüman halkımızın, pek çoğunun dile getirmekten çekindiği, korktuğu sözleri, özellikle, son 100 yıllık yakın tarihe, Kemalist-laik uygulamalara bakışını yansıtan sözlerini, bazen TV ekranlarından ve konferanslarında, dostane sohbet halkalarında dinlemiş veya işitmiş olmalarından ve onun mazlum ve mahzun gönüllerin duygularını, okuyanların dinleyenlerin yüreğine dokunan mısralarında anlatmış olmasından kaynaklanıyordu.
Sözgelimi, 'Sivas'ta yoksul çocuklar' başlıklı şiir, edebî bir eser meydana getirmek arzusuyla yazılamazdı herhalde... O yürek hassasiyetine sahip olabilmek için, 'yaratılmışların en şereflisi' olarak anlatılan 'insan'ların, çaresiz ve 'hâmi'siz /koruyucusuz kalmış olanları ve zulüm görmüş insanları ve hele de çocukları ve annelerini gördüğümüzde, o mısraları her birimiz yazamayız ama o sözler bizim ruhumuzda da ürpertiler ve fırtınalar meydana getirir, gözyaşlarımızı yutkunuruz.
Buyurunuz, şu şiiri kendi halimizde de olsa, sessizce değil, düşünerek ve kendi sesimizi duyacak şekilde sesli okumaya:
*
Sivas'ta yoksul çocuklar
Sivas'ta Ulu Câmi avlusunda çocuklar,
Yalvaran gözlerle etrafa baka-baka,
Açıyorlar küçük esmer avuçlarını:
-Emmilerim sadaka! Emmilerim sadaka!
Hükümet konağının yanında biri,
Bir kemik kalmış, bir deri...
'Boya-cilâ yimbeş, boya-cilâ yimbeş' diye ağlıyor,
Ve daha fırça bile tutamıyor elleri...
Garipler Pazarı'nda körpe çocuklar,
Yorgunluktan güzelim yüzleri al-al...
Öldüren bir çığlık dudaklarında:
-Boş hamal! Boş hamal! Boş hamal!
Nane satan, su satan yetim çocuklar,
Şarkı söyleyemediler güneşe-aya...
Biliyorum ne masal dinlemeye doydular,
Ne oyun oynamaya...
Bezirci'de, Yüceyurt'ta, Altıntabak'ta...
Çocuklar var, incecik yüzleri nurdan...
Ama toz toprak içinde elleri ayakları,
Oyuncakları çamurdan...
Ve günahkâr çocuklar, suçlu çocuklar
Mahkeme salonunda bakarım dizi-dizi
Bu suç bizim suçumuz, bu günah bizim,
Affedin bizi...
Gökteki yıldızlar kadar sayısız
Ah, yurdumun kimsesiz ve yoksul çocukları
Anladım farkınız yok, koparılmış başaktan!
Alın bu gözleri benden, alın bu yüreği artık...
Utanıyorum yaşamaktan...
**
Şairimiz, 'Sivaslı olduğu için, orada devamlı gördüğü sahneleri şiirlerine konu edinmişti... Yoksa, o da biliyordu ki, bu sahneler Anadolu'nun hemen her tarafında yaşanıyordu...
*
Evet bu yürek yakan mısralara, Yavuz Bülend ağabeyin, 'Ben Anadolu'yum...' şiirini yazdığı dönemde ülkemizin ve Müslüman halkımızın sadece şu son asırda kimlerin elinde, ne hale düşürüldüğünü yansıtan mısralarının bir kısmını da ekleyelim...
Ben Anadolu'yum
Yıllar yılı susuz kaldım, yıllar yılı aç...
Şükrederek, kalktığım sofralarımda
Ya, soğan-ekmek olur, yahut bulamaç.
Hastalarım ölüm yataklarında
Ne doktor yüzü gördüm, ne ilaç.
Zaman zaman nankör çıktı, büyütüp okuttuğum,
Gölge vermedi çok kere diktiğim ağaç...
'Devlet' denince, hep vergi geldi aklıma
Jandarma deyince kırbaç...
(...)
Gittim, yiğitçe döğüştüm gazâ meydanlarında
Ne 'tâk-ı zafer'ler istedim, ne taç...
Savaşta çiğnetmedim 'Hilâl'i düşmanlara,
Barışta düştü üstüme, gölge gölge 'Haç...'
(...)
Ben Anadolu'yum, acılı, mahzûn;
Bende bitmez tükenmez dert, kulaç-kulaç...'
*
Birkaç mısra da, bembeyaz duygularla yazılmış şu kap-karasevdâ şiirinden aktaralım:
'Şaşırdım kaldım işte... Bilmem ki nemsin sen?
Sözde, senden kaçıyorum
Dolu-dizgin atlarla...
Bazen sessiz sevdasın
İpekten kanatlarla...
(...)
Ne olur, bir gün beni
Kapından olsun dinle
Öldür bendeki beni
Sonra dirilt kendinle
(...)
Şaşırdım kaldım işte
Bilmem ki, nemsin?
Bazen kız kardeşimsin
Bazen de öz annemsin...
(...)
Çaresizim, çaremsin
Şaşırdım kaldım işte
Bilmem ki nemsin?'
*
Yavuz Bülend Bâkiler ağabeyin yakın sohbet halkalarında bulunmuşluğum yoktu, onu hep uzaktan takip ederdim. İran'ın edebiyat mahfillerinden önemli bir isim olan Tebrizli şair (merhûm) Asgar Ferdî, 1995'lerde bir İstanbul seyahatine çıkarken ona, 'Yavuz Bülend ağabeyle mutlaka görüşmesi'ni söylemiştim ve o buluşmadan çok hoş hâtıralarla dönmüştü.
*
Yavuz Bülend ağabey bir toplantıda, 'kitap okuma geleneğimizin olmadığı'ndan yakınmış, 'başka dünyalarda insanların ellerinden kitap düşmediği'ni söylemişti, bu yanlış bir tespit de değildi. Ama ne okuyorlardı?
'Fakir'e de söz verilince, 'Ağabey, ben mecburen, on yıllarca Batı Avrupa ülkelerinde de yaşamış birisi olarak, sizi teyiden belirteyim ki, evet, devamlı kitap okuyorlar, ama ne okuyorlar?
Ya, malûm macera hikayeleri ve polisiye romanlar ve emsali konular. Ciddî kitapları da elbette vardır, ama yollarda, yolculuklarda okunanların içinde, fikrî kitaplar çok azdır. Hoşça vakit geçirmek için, kendi kültürlerinden çerez mahiyetinde kitaplardır okunanlar. Bizim halkımız ise ya doğrudan Kitâbullah'ı, ya da 'ezber'den okur, alenî veya sessizce, zikr halinde.
Ama Kur'an'la bağımızın koparılması ve okunmaması için bize latin alfabesi 'devrim' olarak dayatıldı, darağaçlarıyla ve daha nice zulümlerle... Ve bugün, Hacca gidenlerimizin çoğu bile, Mescid'ul-Haram'daki sütunlarda, 'Allah' lafzai celâlinin yazılı olduğu levhaları bile okuyamıyorlar.' dediğimde, teşekkür etmişti, 'taşı gediğine koydun' diyerek. Ve sonra da, 'Beni torunlarımdan ayıracaksınız...' diye nükte yaptıktan sonra, 'devrim diye yapılanları ve yapanları üzerine yaptığı konuşmayı, 'zülf-i yâre dokunmasın' diye, bir takım 'ilkel koruma kanunları'na aykırı sözlerini, meramını zarif cümlelerle ve güçlü mantıkî dayanaklarla yine de anlatmıştı.
Evet, Yavuz Bülend ağabey, her sözünden, içindekini dışa yansıtan ve Yûnus Emre merhûmun, 850 sene öncelerdeki dörtlüğünde dile getirdiği gibi, 'Gönül yüksekte gezer, / Daima yoldan azar. / Dış yüzüne o sızar, / İç yüzünde ne varsa...' derinliğine sahip bir irfan adamı idi.
*
Yavuz Bülend ağabeyin, bir yazısında anlattığı konu da ilginçti. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun 2000 yılındaki toplantısına katılmak üzere, dönemin C. Başkanı A. N. Sezer New York'a gitmişti. Orada Ermenistan lideri Koçaryan, '1915 yılında Türkiye'nin Ermenileri kitleler halinde katlettiğini ve soykırım suçu işlediğini' iddia etmiş ve A.N. Sezer'in, orada bu iddia üzerine, 'Bu konuyu tarihçilere bırakalım...' dediğine değinmişti.
(Ki, şimdiki Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan ise 4-5 ay kadar önce, '1915'te işlendiği söylenen Ermeni Soykırımı iddiasının, 35 sene sonra, 1950'lerde uydurulduğunu ve 'yalan olduğu'nu söyleyince, 'Ermeni Ortodoks Kilisesi' Başpiskoposu'nun Paşinyan'a, 'Gizli Müslüman, Sünnetli...' dediğini ve halkı tahrik etmeye çalıştığını hatırlayalım...)
Yavuz Bülend ağabey, o zaman, A. N. Sezer'in, o ağır soykırım suçlaması karşısında susmasını eleştiren yazı ve konuşmalarından dolayı, 'Cumhurbaşkanına hakaret' dâvasıyla karşılaşmış ve 1 yıl hapse mahkûm edilmişti...
*
Yavuz Bülend ağabeyin 2 sene kadar önce de vefat ettiği haberi ulaşmıştı. Resul Tosun kardeşim de dünkü yazısında o haberden bahsetti.
O zaman, Şanlıurfa'nın ünlü eski Belediye başkanlarından İbrahim Halil Çelik dostumla konuşunca, o haberin doğruyu yansıtmadığı anlaşılmıştı.
'Ben Doğuluyum, eteği dumanlı, başı dumanlı dağlarda doğmuşum, dağ çocuğuyum... ' derken sadece Sivas yöresini değil, benim doğduğum Samsun / Kavak yöresinin köylerini ve 'fakir'i de anlatmış olan Yavuz Bülend ağabey, ebediyet yolculuğuna çıkışı münasebetiyle vesile olduğu bu son toplantıda da tabutun içinden, geride kalanlara, yine ders veriyor gibiydi.
Yavuz Bülend ağabeye, hepimizin er ya da geç çıkacağı ebediyet yolculuğunda 'rahmet-i ilâhî'nin kendisine yoldaş olmasını Allah'u Teâlâ'dan niyaz ediyorum. 'İnnâ lillahî ve innâ ileyhi râciûn...' (Biz Allah için varız; dönüşümüz de, ancak O'nadır. /Bakara, 156. âyet meali...)
**