Okuyucularla Hasbihal
Pazar günleri, muhterem okuyucuların eleştiri ve görüşleri etrafında yaptığımız bir Hasbihal'e daha hayırlı çalışmalar dileği ve selâmlarımızla başlıyoruz...
*Ülkenin -başta Diyarbekir ve İstanbul olmak üzere- muhtelif köşelerinden birçok okuyucular ve arkadaşlar, merhûm Şeyh Said'i ve hareketini ve o yolda canını veren yüzlerce taraftarını ve dahası, Şeyh'in ve 50 kadar seçkin yardımcılarının Diyarbekir'de, bugün Dağkapı denilen ve malûm bir heykelle Orduevi'nin de tesis olunduğu mekanda idâm olunuşlarının tarihi olan 29 Haziran 1925'in 100. yıldönümü olan 29 Haziran 2025 günü anmak ve o günün şartlarını ve Şeyh Saîd merhûmun mâna ve mahiyetini değerlendirmek istediklerini belirten mesajlar gönderdiler.
--Biz de bu önemli günün anlaşılabilmesi için önce bu konuya daha başka açılardan değinmeye çalışalım:
Tarihçi Prof. Şükri Hanioğlu, bir yazısında, 'George Washington hakkında şu konular yazılmayacak... Ya da, 'General Charles De Gaulle (Şarl Dö Goll') ile ilgili olarak, filanca konulara değinilmemeli...' denilerek Amerikan tarihi de yazılamaz, Fransa tarihi de...' demişti özetle...
*
Hatırlayalım... Son 100 yılımızın önemli figürlerinden olan M. Kemal, yazar Hâlid Ziya Uşaklıgil'in yakını ve İzmir'in zengin ailelerinden Uşşakîzâde'lerin kızı olan Lâtife Hanım'la 2 yılı bile bulmayan kısa süreli bir evlilik yapmış ve sonra ayrılmışlardı.
Paris'de Sorbonne Üniversitesi'nde okumuş, İngilizce, Fransızca, Almanca gibi batı Avrupa dillerini bilen Lâtife Hanım, 1975'te ölümüne kadar başka bir evlilik yapmamış ve evinde göz hapsi altında geçen yarım asırlık bir hayat sürmüş ve hatıralarını da yazıp 'Ölümünden 30 sene sonra yayınlanması' kaydıyla bir Noter'e vermişti.
2005'de, söz konusu 30 yıl şartı dolmadan kısa bir süre önce, T. Tarih Kurumu'nun o zamanki başkanı olan Prof. Yusuf Halaçoğlu, TRT ekranında yayınlanan açıklamasında, 'Ben bu hatırâtı okudum; bu hatırât yayınlanırsa, Türkiye Cumhuriyeti tarihini baştan başa yeniden yazmak gerekir...' demiş ve arkasından da, Lâtife Hanım'ın hayatta olan yakınları, bir mahkemeye müracaat ederek/ettirilerek, 'Halamızın/ teyzemizin ruhunun muazzep olmaması için bu hatırâtın hiçbir zaman yayınlanmaması' talebinde bulunmuşlar ve bu talebi olumlu karşılayan bir mahkeme kararı elde edilmişti.
O hatırât, hâlâ da 'kapalı kutu...'!!!
Lâtife Hanım, ne kadar zeki ve kültürlü olursa olsun, 20 aylık bir evlilik süresi içinde neler öğrenmişti ki, 'onun hatırâtının yayınlanması halinde, bütün bir TC tarihinin bütünüyle yeniden yazılması' gerektiğini, üstelik de TTK başkanı da olan bir tarih Prof.'u açıklayabiliyordu!!
*
Bir diğer nokta... Eski başbakanlardan Bülent Ecevit, Sultan Vahdeddin'i okullarda, devamlı olarak 'vatan haini' diye okutan/eğiten Kemalist-laik resmî ideolojinin en tâvizsiz savunucusu durumundaki malûm partinin uzun yıllar Genel Başkanı da olmuşken, ömrünün son yılında, 20 sene öncelerde nasıl olduysa, 'Sultan Vahdeddin'in elbette yanlışları olabilir, ama o, vatan haini değildi...' deyince, malûm Kemalist/laik taifenin yoğun ve ağır hücumlarına mâruz kalmış ve Ecevit'in bu görüşü, ünlü rakibi Süleyman Demirel'e sorulduğunda o da, 'Türkiye Cumhuriyeti, henüz bu tartışmayı kaldıramaz!' deyip konuyu kapatmıştı.
*
Nitekim çeşitli rahatsızlıklar Şeyh Said ve diğer Müslüman halk önderlerinin etrafında bir kıyama dönüşmüş ve bu konular halkın diğer kesimlerine, belli bir etnik unsurun, halkın genelini teşkil ettiği kabul edilen başka bir etnik unsura karşı isyanı olarak ayaklanması şeklinde duyurulmuştu. Ve yapılan İstiklal Mahkemesi adına yapılan yargılamaları anlatmaya gazete sütunları yetmez. Resmî güçler tarafından öldürülenlerin sayısı bir tarafa, sonunda Şeyh Saîd ve hareketinin içinde etkili yerlerde bulunan 50 kadar insan da darağaçlarında sallandırılmıştı, 29 Haziran 1925 günü...
*
Bu konularda M. Kemal Paşa, hangi merhalelerden geçerek, neler yaptıklarını partisinin 1927'deki bir toplantısında irad ettiği nutkunda, uzun uzun anlatmıştır, karşıtlarına; kendisi gibi düşünmeyenlere ağır saldırılar yaparak ve hattâ kendisini en geniş yetkilerle donatarak Anadolu'ya gönderen Sultan Vahdeddin'i de, alaylı bir dille-hakaretlerle anlatarak...
O Nutuk'ta dile getirilen birçok yanlışlarını red ve tekzib eden, eski silah arkadaşı Kâzım Karabekir Paşa'nın bütün kitapları, notları, belgeleri evinde alınıp yakılmış ve o da susturulmuştur. Hattâ M. Kemal'in, 'Bu memleketin akıl doktorları neredeler, bu kişiyi niye akıl hastanesine atmıyorlar?' gibi konuşmalar yaptığını da Uğur Mumcu'nun yazdıklarından öğreniyoruz.
*
Şevket Süreyya Aydemir ise, 1976'da, -ölümünden 6 ay kadar önce- Milliyet gazetesinde yayınlanan, 'Kahraman putlaştırıldığı zaman ölür!' başlıklı yazısında, 'Nutuk' diye anılan resmî tarih kaynağı konusunda da, 'NUTUK, bir tarihî belge değil, siyasî bir belgedir ve yanlışları vardır, yalanları vardır...' diyordu...
Dahası, Aydemir, Çankaya'da sandıklar içinde muhafaza edilen ve M. Kemal'e ait bütün belgelerin, onun ölümünden sonra, (nâ-ehil)/ liyakatsiz ellere düşme ihtimaline karşı hemen, Genelkurmay /Harb Tarihi Enstitüsü'ne gönderildiğini ve o belgelerin hiçbir araştırmacıya ve kendisine de açılmadığını yakınarak söylerdi, 1973'lerde; 15 günde bir 'Taksim -Osmanbey'de yaptığı sohbet toplantılarında...
*
Bütün bunları niye tekrarlıyoruz?
Evet, bazı kardeşler, Şeyh Saîd'in idâmının 100. Yıldönümünde olsun, onun hareketinin değerlendirmesini yapmaktan söz ediyorlar.
Halbuki maalesef, bizim hele de son 100 yılımızı biz hür olarak değerlendirmek nimetinden mahrumuz... Ya daha bir süre susacağız, ya fısıltıyla konuşacağız, ya da...
*
Kezâ, hatırlayalım ki, PKK elebaşı (A.Ö), Amerika tarafından ve 'idâm edilmemesi' şartıyla Türkiye'ye verilmesini takiben yapılan yargılamaların sonunda, idâm hükmü (yerine verilen ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezası) mahkemenin tam da 29 Haziran 1999 günü açıklanarak, kamuoyuna, ilginç bir mesaj verilmişti.
*
Bütün bunlardan sonra, Şeyh Saîd'in hareketi, 100 yıl sonra bile İslamî-sosyal psikoloji şartları açısından ele alınmak imkânına sahip midir; cevaplandırılması zor.
Ama halk kitleleri Şeyh Saîd'i rahmetle ve hürmetle anarlar...
*
Bu konuda, şahsen şahit olduğum bir örnekle noktalayayım konuyu...
1965 Ekim'inde yapılan seçimler öncesinde İsmet Paşa, Şeyh Said'in ve adamlarının idâm sehpalarının kurulduğu Dağkapı semtindeki heykelin önüne gelip konuşma yapacağı zaman, sözlerine, 'Saîd'iii Kürdîiii... ' diye başlar-başlamaz, mitinge gelen binlerin büyük bir kısmı, 'Bu Paşa adam olmaz yahu.. Bu halkın Şeyh Saîd'e laf söyletmeyeceğini hâlâ öğrenememiş!..' diye o meydanı terk edivermişlerdi; Şeyh Saîd'e yüksek sesle rahmetler dileyerek, ruhuna 'Fatiha'lar göndererek..
*
Yakın tarihimizin, hür olarak ele alınıp değerlendirilmesinin yapılacağı günlerin uzak olmaması temennisiyle...
**