Bu satırları havalimanından yazıyorum. Bir misafirliğe gidiyorum...
Masivayı, dündemleri ve dahi gündemleri, dertleri, tasaları, alacak-verecek hesaplarını ardımda bırakabildiğime ikna edebilirsem; kabul buyururlarsa misafirliğe gidiyorum.
Siz bu yazıyla buluştuğunuzda, nasip olur ve kabul olunursa, Resulullah'ın misafiri sıfatıyla O'nu selamlıyor olacağım.
Daha önce birden çok kez o topraklara ayak bastım. Ama bu sefer, sanki ilk kez yola çıkıyor gibiyim.
Kalbimde tanıdık olmayan bir ürperti, daha önce hiç görmemişim gibi bir özlem var.
Bu yolculuğun adı Hac...
Ve hac; bütün kirlerden sıyrılıp, sıfırlanıp, yeniden doğma umudunun yolu...
Gidenin gittiği gibi dönmediği bir sefer. Ya da arzular bu yönde.
Bende bu ihtimalin sevdalısı olarak dönünce aynı ben olmayacağım umudundayım.
İşte bu ihtimal bile başlı başına heyecan verici...
Her yazı günümde oralardan kelam edeceğim sizlere, inşallah.
İlk kelam, işte buradan; İstanbul Havalimanı'ndan, Medine yolculuğu öncesinden...
Havalimanı insanın kalbiyle baş başa kaldığı nadir yerlerden biri.
Herkes bir yere yetişmenin değil, bir yere yakışmanın derdinde.
Uğurlamaya gelenler sarılıyor; kimisi vedalaşıyor, kimisi "benden de selam söyle" diyor.
Fakat ben bugün, en çok onu arıyorum.
Babamı...
Bu yolculukta bir yanım eksik, bir dua sessiz, bir kelime yarım.
Haccın her adımını ona sorardım oysa, "Baba, hangisi doğru?"
Her ibadetin iç sırrını, o şefkatli sesiyle öğretirdi bana.
Zira sadece bir baba değil, bir alimdi.
Geçen seneydi; alim de öldü, âlem de...
Şimdi elimde valiz, dilimde dua, içimde bir boşluk...
En heyecanlı, en kutlu anlarımın eksikliği misin baba?
"Ne güzel olurdu olsaydı". Belki de Resulullah'ın yamacındadır şimdi. Kim bilir...
Her yanda seni (g)özlüyorum baba.
Kafile yavaşça toplanıyor...
Kimi ağlıyor, kimi mahzun. Herkesin yönü aynı, Medine.
Kafiledeki her insan ayrı bir hikâyeydi ama tek bir cümleye dönüşmüştük, "Lebbeyk Allahümme lebbeyk..."
Havalimanında kalabalığın sesinden çok suskunluğu duyuluyordu. İnsanlar konuşuyordu; ama konuşmayan bir yanları vardı.
Belki o yan, tövbeye durmuş bir geçmişti... Belki de umutla çırpınan bir gelecek...
Kimsenin telaşı valizleriyle ilgili değildi. Herkes, görünmeyen bir yükün endişesini taşıyordu sanki.
Günahların yüküyle dolu yürekler, affa dair bir biletle yola koyulmuştu. Elinde cüz taşıyanlar, aralarında dua paylaşanlar, evlatlarının elini sımsıkı tutanlar...
Her birinde ayrı bir mahremiyet vardı. Aynı sofraya oturmaya giden kardeşler gibiydik.
Aynı Rabbe arz, aynı Resul'e hasret...
Ayakkabılarımız sıradan, elbisemiz günlük, kalbimiz lekeli... Neyle geldiysek onunla çıkmıştık bu yola. Bizden istenen süs değil, sızıydı.
Cebimizde bilet vardı velakin menzile gidiş bir uçakla değil, bir niyetle gerçekleşecekti.
Cesetlerimiz sıralanmıştı ancak kalplerimiz pasaport kuyruğunda değil, Medine sokaklarında geziyordu. Biri kalksa, "Resulullah şu an sizi bekliyor" dese, bütün kafile bir anda secdeye kapanacak gibiydi.
Bakışlarda binlerce dua uçuşuyordu.
Yanımda duran ihtiyarın dudakları kıpır kıpırdı; "Allahumme salli..." ile başlayıp "...ve sellim"e kadar içinden kaç bin kere geçti bilemiyorum.
Bir anne çocuklarının saçlarını okşuyordu, sanki bir daha dönmeyecek gibi.
Bu yolculuğun gidişi vardı; dönüşü, kalbin biçimiyle yazılacaktı.
Şimdi uçağa binme zamanı... Bir sonraki yazıyı Ravza'nın gölgesinde, O'nun misafirliğinde yazmaya çalışacağım nasipse.
Orada neler yaşanacak, hangi dua dudakta titreyip Ravza'ya düşecek, hangisi yürekte kalacak...
Kelam, o toprakta başka türlü mü dökülecek?
Bekleyin.
Orası konuşacak...
Ben sadece not alacağım.