Evet, Müslüman dünyasından, yani halklarının ekseriyetini Müslümanların teşkil ettiği coğrafyalardan bahsederken yürek sızısı çekmeden bir değerlendirme yapmak mümkün olamamakta. Ama elbette iftiharla anılacak bir geçmişimiz de vardır. Ama realiteye göz kapamadan ve çaresizlik duygusuna da kapılmadan dertlerimizi, meselelerimizi ele almak isterken, Müslüman olarak o kadar meselelerimiz var ki, her birisi, bir ayrı dert.
*
Müslümanların temel meselelerinin Filistin'de 80 yıldır yaşanan trajediye bakıp da sadece o coğrafyayla sınırlı sanılmaması gerektiğini tekrarlamaya hâcet bile yok. Sadece Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra yaşananlar, parça parça oluşlar, tarih sahnesinden buharlanmalar, o büyük hadiselerin içinde, hele de -emperyalistlerin bile hayal edemediği derecede, onları büyük sevinçlere gark eden kanlı diktatörlüklerle ve iç ihanetlerle yaşadıklarımızın hikayesini evet devamlı hatırlatmak hoş değil, ama unutulması daha bir facia...
Buna rağmen, Müslüman halklar, inançlarından kaynaklanan iç dinamiklerle, yine de ayağa kalktılar... Anadolu'da, Cezayir'de, Pakistan, Hindistan ve Keşmir'i içine alan Hint alt-kıtasında, Afganistan'da ve İran'da, 'bilâd-ı Arab'da (Arap beldelerinde), Orta Asya'nın Müslüman coğrafyalarında ve Bosna'da ve Afrika'nın birçok bölgelerinde yaşanan derin sosyal çalkantılar içinde Müslüman halkların direnişleri bunlara birer örnektir. Böyleyken, birilerinin, 'Filanca kişi olmasaydı, sizi kim kurtarırdı? Camilerinizden neler dinlerdiniz, bunu unutmayın...' diye Müslüman kitleleri, emperyal güçlerin alkışıyla büyümüş -büyütülmüş kimselere minnet borçlu gibi gösterilmemiz çiğliği karşısında söyleyecek söz bulamıyoruz... Ki, böyle minnet bekleyen lafları zâten İslam terbiyesine sahip kişiler edemez.
Bir yangın ânında, evimizdeki, mahallemizdeki yangını söndürmekle mükellef olan ve cansiperâne çabalarla yangını söndüren itfaiyecilere, 'Her ne yaptılarsa, zâten yapmakla mükellef olduklarını yapmışlardır' deyip geçmeyiz ve elbette teşekkür ederiz, ama bunun ötesinde, 'Ben olmasaydım veya filan olmasaydı, evsiz-barksız kalırdınız. O halde, bizim kadrimizi biliniz...' diyenler ortaya çıkıp 'Bundan sonra evinizin içinde ve dışında, benim/ bizim ilke ve kurallarımıza göre yaşayacaksınız, hattâ giyim-kuşamınızı ve de neleri nasıl okuyacağınızı veya okuyamayacağınızı ancak biz belirleriz...' demeye kalkışırsa işte o zaman, 'Haydi oradan... Biz düşmanların kölesi ve esiri olmamak için verdik onca mücadeleyi... Senin kölen olmak için değil!' deriz...
Bu sözleri son günlerde bir 'kişi tapıcılığı' şeklindeki histeri nöbetinin hecmelerine yeniden tutulanlara, her kim olurlarsa olsunlar, açıkça söylemeyi de İslamî kimliğimizin gereği olarak biliriz.
Çünkü hiçbir şuurlu Müslüman, 'İslam'la savaşanlara, Müslümanlara kan kusturmaya yemin etmiş dış düşmanlara ve de kendi içlerinden çıkmış hainlere hiçbir şey borçlu değildir.'
Müslümanlar her namazın her rekâtında, okudukları Fatiha Sûresi'nden, (Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz) meâlindeki 'İyyake na'budü ve iyyâke nestaîn...' âyetini daha bir düşünmek zorundadırlar.
*
Bu genel hatırlatmadan sonra, kısa kısa birkaç konuya da değinelim:
*
Bir kazâ, ne kadar da 'çok bilmiş'lerimiz olduğunu gösterdi.
Fecî kazâ oldu, Azerbaycan'dan dönen TSK'ya ait bir kargo uçağının Gürcistan üzerinde düşmesiyle, en üst rütbeli bir yarbay olmak üzere, binbaşılar, üsteğmenler, Astsubay başçavuşlar ve diğer askerler, topyekûn 20 kişi hayatlarını kaybetti. Allah rahmet eyleye ve devletin bütün sorumlularına, halkımıza ve ailelerine de sabırlar diliyorum.
Elbette büyük bir facia... Ama TV. ekranlarından yapılan yorumlar ve hattâ bazılarının, 'Olabilir, mümkündür...' ihtimaliyle söylenebilecek hususlarda bile öyle bilgiççe yorumlar yaptılar ve yapıyorlar ki, bu gibi teknik konuları bu kadar biliyor gözüken yorumcuların o sorumluluk noktalarına getirilmesini teklif etmek yanlış olmaz.
'Arkadaş, kazâ her yerde ve her zaman olabilir... Kesinlikle kazâ olmaz diye bir şey söylenemez. Hemen niye en uç noktalara kadar acayip yorumlar yapıyoruz?' diye ikaz eden de olmadı.
*
Hatırlayalım, 1977-1988 arasında 11 yıl Pakistan Devlet Başkanı olan General Muhammed Ziya'ul Haq', 1988'de, Pakistan içinde uçakla bir yere giderken, bir bombanın patlamasıyla dünya hayatından koparılmıştı. Uçakta, yanı başında, Amerika'nın Pakistan'daki Büyükelçisi de bulunuyordu. Bunun başka bir ihtimale yer bırakmayacak kadar ap-açık bir tuzak olduğu meydanda idi. Yorumculara fazla bir şey bırakmamıştı.
Mayıs 2024 ortasında da, İran Cumhurbaşkanı İbrahîm Reisî ve yanındaki üst dereceli yetkililerden 10 kadarı, Hazar Denizi kıyılarından Tahran'a dönmek üzere bindikleri bir helikopterin düşmesiyle o 'kazâ' üzerine bizdeki TV. ekranlarında günlerce, hattâ İran'ın iç zaafını hemen keşfedip ne müthiş yorumlar yapmışlar; hattâ düşen helikopterin yerini, İran'ın, kendi imkânlarıyla bulamayıp Türkiye'nin gönderdiği İHA ve 'dron'larla bulunduğunu bir komşuluk ve insanî yardımlaşma yerine, üstünlük gösterisi şeklinde yansıtmışlar ve bunun üzerine, İran Kızılayı'nın, 'Hilâl-i Ahmer'inin başındaki zat da, bir iyiliğin ve komşuluk hukukunun bu şekilde anlatılmasını yakışıksız bulduğunu açıkça ifade etmişti, hoş olmayan bir uslûb ile...
Son iki gündür, bu kazâ üzerine İran medyasında bu facianın 'haber çerçevesi' içinde verilmesinin ötesinde bir yoruma rastlamadım.
Karabağ Zaferi'nin yıldönümü için yapılan törenlere katılmak üzere askerî bir kargo uçağı ile Bakü'ye giden 20 kişilik TSK heyetinin geri dönüş yolunda asıl üzerinde durulması gereken nokta, her halde şu olmalı: Söz konusu kargo uçağı, Bakü'den, yaklaşık 400 km'lik mesafede, batıdaki Ermenistan sınırında bulunan Gence'ye geldi ve orada, kuş uçuşu bir hava hattı ile Ermenistan üzerinden, 600 km. kadar mesafede olan Erzurum'a uçabilirdi... Ama Türkiye ve Ermenistan kara ve hava sahasının karşılıklı olarak kapalı olması yüzünden bu uçak, kuzeyde Gürcistan üzerinden uçmak zorunda kaldı ve Erzurum'a kadar olan uçuş mesafesini yaklaşık 2 misline, 1000- 1200 km'ye çıkarmış oldu.
Halbuki Paşinyan ilk olarak, 1915'lerdeki 'Ermeni Soykırımı' hikayesinin gerçek olmadığını ve 1950'den sonra kendilerince uydurulduğunu ve kezâ, Türkiye'nin Ağrı Dağı'nın fotoğraflarının Ermeni resmî belgelerinde ve medyasında Ermenilere ait imiş gibi gösterilmesini de 2 hafta önce yasakladı... Bu gibi iyiniyetli yaklaşımların Türkiye'den de karşılık görmesi gerekmez mi?
*
Karabağ Zaferi'nin 5. yıldönümünde, Azerbaycan'ın yaklaşık dörtte birini Ermenistan işgalinden 29 sene boyunca kurtaramamış olan Haydar ve İlham Aliyev'in, sadece Başkumandan değil, 'Âli (Yüce) başkumandan diye yüceltilerek anlatılması ve hele de Azerbaycan ve Türkiye konusunda son 2 senedir, aklı başında bir devlet adamlığı tavrı sergileyen Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan'ı, küçük düşürücü şekilde, Karabağ Zaferi'nden sonraki ekran görüntülerinin 'N'oldu, Paşinyan?' diye aşağılamaya çalıştığı sahnelerin tekrar tekrar gösterilmesi, sağlıklı bir sulh siyasetini temelden zehirleyen yadırgatıcı bir yaklaşım değil mi?
Kezâ, bir makama gelenler, hele de siyasetçiler, kendilerini, o ülkenin resmî sıfatlarının ötesinde, kendilerini halkı ve ülkesi için bulunmaz, emsali olmayan bir hazine gibi göstermek komikliğinden uzak durmalı değil midirler?
*