Bugün hâlâ bir yerlerde birileri (seküler salonun koltuklarında, Kemalist refleksin koro halinde alkışlandığı bir kuliste) Diyanet'in 1 Ağustos 2025 tarihli Cuma hutbesini linç dosyasına eklemeye çalışıyor.
Diyanet, kadınlara "din" adına ayar veriyormuş! Ne giyeceğimizi ne düşüneceğimizi söylüyormuş! Özgürlük tehdit altındaymış! Bir de utanmadan, hutbeyi gerekçe göstererek "başımı açmaya karar verdim" diyen bile çıkmış.
Aynı plak, aynı ezber. İslam varsa kriz vardır. Tesettür varsa birileri tehdit altındadır. Diyanet konuşuyorsa özgürlükler boğuluyordur.
Bu linç seanslarını yalnızca sekülerler beslemiyor. Malzemeyi ellerine veren biziz.
Daha doğrusu, İslam adına konuşan ama ne kültürle ne tarihî derinlikle ne sosyolojiyle ne de estetikle tek bir teması olmayan biz.
Sözüm ona İslamcı olan, ama İslam'ın da insanın da toplumun da sosyolojisine kör kalmış bir tür "slogan memurluğu" yapan biz.
Yüksek sesle söylüyorum. Bizi artık İslamcılık kurtaramaz!
Bugün dünyaya egemen olan medeniyet bir mühendislik ürünüdür. 1400'lerden bu yana ilmek ilmek örülmüş, Tanrı'yı kamusal alandan sürgün eden bir yapay zihin düzenidir.
Biz hâlâ bu sisteme karşı, onların kavramlarıyla dirilme çabasındayız.
Oysa hiçbir mazlum, celladının kelimeleriyle ayağa kalkamaz!
Yeni bir yüzyıl inşa edeceksek, bunu kendi kavramlarımızla yapmak zorundayız.
Kendi tarihsel tecrübemizi yeniden inşa etmeden, kültürel yaralarımıza neşter vurmadan, felsefi, sosyolojik, kültürel yeniden doğuşla bu mümkün olabilir.
Bugün kültürel değerlerimiz nostaljiyle değil, sosyolojiyle korunabilir. "Ecdad" diyerek ağıt yakmak yerine ecdadın aklını bugüne tercüme ederek diriltilebilir.
Sosyologlar şehir plancısı olmak zorundadır. Dijital çağın arşivcileri, medya analizcileri, kültür küratörleri, iman ve estetik işçileri olmak zorundadır.
Yeni bir mefkûre inşa edeceksek, bu ancak bize ait bir sosyolojinin diliyle mümkündür.
Bugün "Beyaz Türk" bir köşe yazarı çıkıp kendini sosyolog ilan ediyor. Moda dergilerinden kültür okuması yapıyor. Hutbeye "problematik" diyor.
İlginçtir ki onların ağzından çıkan her cümle "sosyolojik" sayılıyor. Bizim cami kürsümüz ise "tehdit" ilan ediliyor.
Bu ikiyüzlülüğe artık bir isim koymanın zamanı gelmedi mi?
Belki artık Diyanet de "şunu yaparsan cehennemlik olursun" klişesini terk etmeli... Ve "bir milletin sosyolojisi çökerse dini de çöker" diyebilmelidir.
Mesele ahlâkı tarif etmek değil, ahlâkı tarif edecek bir toplum kalıp kalmadığını bilmek meselesidir.
Geçen gece siyasi teşkilatların içinden bir dostla sohbet ettim. Yıllar sonra karşılaştık. Oturur oturmaz fark ettim, bir fanusun içindeydi.
Kitap görmemiş. Harita bilmemiş. Aynaya bakmamış. Gövdesi teşkilatta ama ruhu teşekkül edememiş.
Acı olan şu ki o artık istisna değil. Temsildi. Hatta çoğunluktu!
Eğer bir yüzyıl inşa edeceksek bir ruh haritası olmak zorundadır. Her şeyi seküler kavramlarla izah etmeye çalışmak, bizi batının kabuğuna hapseder.
Gelin bugün bir kütüphaneye gidin. Rami'ye... Nev Mekân'a... Evet, kalabalık var. Estetik var. Tarihî doku var.
Peki, bu kalabalık bilgiye mi geldi, loşluğa mı?
O mekânlar bir dirilişe mi ev sahipliği yapıyor, yoksa kahve soslu bir mahremiyet bozulmasına mı?
İşte sosyoloji burada başlar.
Tarihimizin son 350 yılı sadece olaylar dizisi değildir. 1908 bir ruh kaybıdır. 1924 bir medeniyet tasfiyesidir. 28 Şubat bir akideye şantajdır.
Tarih dediğimiz şey ne olduğumuz değil, neye neden sustuğumuzdur.
Ve evet...
Bugün artık sosyolojiyi konuşmadan din de konuşulamaz.
Çünkü...
Bizi hamaset değil, hikmet kurtarır.
Slogan değil, sosyolojik dirayet ayağa kaldırır.
Bizi İslamcılık değil, İslâm sosyolojisi kurtarır.