Bugün biraz tarih biraz da teori konuşalım mı?
Hem krizlerin, hem de gittikçe yayılma eğilimi gösteren savaşların temel sebebini ancak tarihe giderek ve teorilere bakarak daha iyi analiz edebiliriz. Fazla uzatmadan geçelim o zaman.
Dünya ekonomisi, 1945 sonrasında Amerikan liderliğinde kurulan yapının tarihsel sonuna ulaştı. Bu yapı, büyümeyi üretimle değil, borçla sağladı. Her kriz, daha fazla krediyle "çözülürken" sistem, her döngüde daha kırılgan ve daha eşitsiz hale geldi. Bugün yaşadığımız şey, klasik bir resesyon ya da mali daralma değil. Bu, sistemin işleyiş biçiminin artık sürdürülemez hale gelmesidir. Yani bir modelin tükenişiyle karşı karşıyayız.
Borç/GSYH oranlarının yükselmesi, bu çöküşün yalnızca yüzeydeki işaretidir. Asıl sorun, bu borcun toplumun hangi kesimlerinin sırtına yüklendiğidir. Emek gelirleri, reel sektör kazançları ve kamu kaynakları üzerinde büyüyen bir borç yükü, ekonomiyi ayakta tutmak şöyle dursun, onu içeriden çürütür. Borç, artık yatırımın değil, transferin aracıdır. Bu transfer üretken kesimlerden rantiyecilere doğru işlemektedir. Ve bu durum, ancak büyük bir meşruiyet perdesiyle gizlenebilir. İşte bu noktada devreye söz gelimi "yüksek teknoloji" gibi üst bir söylem devreye giriyor.
Oysa günümüzde yüksek teknoloji olarak pazarlanan sektörlerin çoğu, gerçek anlamda üretim yapmıyor. Veriye dayalı tekeller, platform bağımlılığı ve dijital mülkiyet gibi araçlarla çalışan bu şirketler, fiziksel bir ürün ya da reel çıktı üretmeden, yalnızca bilgiye erişimi kontrol ederek kâr ediyor. Teknoloji, üretkenliği artıran bir araç olmaktan çıkıp, yeni nesil bir rant üretim mekanizmasına dönüşmüş durumda. En değerli görülen şirketler, esasen kullanıcı davranışlarını metalaştırıyor, veri akışını kontrol ediyor, lisans rejimleriyle erişimi sınırlıyor. Bu, klasik anlamda bir inovasyon değil; yalnızca dijital aristokrasinin ya da feodalizmin yeniden yükselişidir.
Bu yapının sürdürülebilirliği, aynı zamanda siyasi bir istikrarsızlık rejimiyle mümkündür. Çünkü barış, hesap verilebilirlik ve kamusal denge gerektirir. Savaş ve çatışma ise sürekli acil durum atmosferi yaratır, borçlanmayı ve silahlanmayı meşrulaştırır.
Ukrayna'da barış ihtimalinin sürekli ötelenmesi, sadece jeopolitik nedenlerle değil, bu ekonomik yapının devamı için de istenmeyen bir durumdur söz gelimi. Zira barış, askeri harcamaların sorgulanmasını, bütçenin toplumsal ihtiyaçlara yöneltilmesini gerektirir. Bu da sistemin temel çıkarlarıyla çelişir.
Bu noktada Avrupa'da yaşanan dönüşüm dikkat çekicidir. Almanya, Fransa ve diğer AB ülkeleri, hızla artan askeri bütçelerle, savaş sonrası refah devleti modelinden uzaklaşıyor. Eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik sistemleri daralırken; savunma sanayii merkezli yatırımlar artıyor. Avrupa, neoliberal borç rejiminin finansmanını artık silahlanma üzerinden sürdürüyor. Borç krizinin çözümü üretim değil, militarizm yoluyla aranıyor. Bu sadece jeopolitik bir strateji değil, aynı zamanda finansal bir yeniden yapılandırma tercihidir.
Tüm bu gelişmeler, aslında daha köklü bir teorik tartışmayı zorunlu kılıyor. Bugün ekonomi politikada asıl mesele, üretim ve rant arasındaki ayrımın bilinçli biçimde bulanıklaştırılmasıdır. Sermaye birikimi hâlâ kutsanıyor ama bu birikimin üretim yoluyla mı, yoksa mülkiyetin yeniden paylaşımıyla mı gerçekleştiği sorgulanmıyor. Finansın üretimi fonladığı değil, ondan uzaklaştığı; teknolojinin yenilik değil, bağımlılık ürettiği; barışın değil, belirsizliğin tercih edildiği bir düzende yaşıyoruz.