İBB Başkanı'nın tutuklanmasından sonra o konuda çok az yazı yazdım. Çünkü ortada yığınla iddialar var; ama kanunen iddia seviyesinde. Ama 'E.İ'nin en yakın çalışma arkadaşlarından, geniş yetkilerle donattığı has adamlarından 50'ye yakın arkadaşı, kendilerini kurtarmak için itirafçı oldular.
İtiraflar, kendi aleyhlerinde de olduğu için o konuda da susmayı tercih ettim. Çünkü itirafçılar, cezalarının hafiflemesi ümidine sarıldılar ve 'isnad olunan yolsuzluk eylemleri'nin ortaya çıkmasında yardımcı olacak ciddî itiraflarda bulunan ve itirafçı olmak talebini mahkemeye bildiren bir kimsenin samimî davranacağına kanaat getiren mahkeme, o talep sahiplerini cezaevlerinden tahliye etti ve çıkardı. Çünkü o ve onun gibilerin milyonlarca lira veya dolar rüşvet aldığı şeklindeki itiraflarının gerçek olmaması mantıken de olacak şey değildi. Kaldı ki o itiraflar banka hesaplarında da görülüyordu.
Ama 'E.İ' için de birçok iddia vardı, itirafçı olan en yakın arkadaşlarınca. İddianame, savcılığın aylarca süren savcılık tahkikat ve sorgulamalarından sonra mahkemeye sunuldu. Ancak, 'E.İ' o savcılık soruşturmaları sırasında pek çok soruya cevap vermiyordu.
Mahkeme de savcılıkça hazırlanan iddianameyi kabul etti ve evvelki gün ilk duruşmaya çıktı 'E.İ'.
Ancak 'E.İ', savcılık tarafından sorgulanırken birçok soruya cevap vermemiş, susma hakkını kullanmış, onları ciddiye alınamayacak derecede bulduğu için olmalı ki, bir psikolojik taktikle 'Bu gibi soruların muhatabı ben değilim...' demiş.
Evvelki günkü ilk mahkeme, 'E.İ' ve 'Ö.Ö' tarafından bir siyasî mitinge dönüştürülmeye çalışıldı ve daha önemlisi, mahkeme de bu duruma göz yumuyormuş, izin veriyormuş gibi bir tavır sergiledi. Mahkemenin de bu duruma seyirci kaldığı anlaşılıyor.
Halbuki mahkeme 'E.İ'ye, iddianamede yer alan ve cevap vermediği konulara dair sorular sormalıydı önce. Sanık ise, bu serbestlikten faydalandı, Cumhurbaşkanlığına aday olacağından korkanlarca bir oyun kurulduğu mânasında uzuun- uzuun siyasi nutuklar çekti. Soruşturma yapılması için bir yerlerden yazılı emirler verildiği iddialarında bulunurken bile mahkeme heyeti, bu iddiaya dair belge istemeye bile gerek görmedi.
Ve bugün, (15 Eylül) günü, mahkeme, Kılıçdaroğlu'nun 'Ö.Ö'ye yenik çıktığı kurultayda, parayla satın alınan delege oylarının sonuçta etkili olduğuna dair, yine kendi partisinin mensuplarınca açılan davayı karara bağlayabilir ve mahkeme, yolsuzluk iddialarını kabul edip o kurultayın sonuçlarını, 'mutlak butlan'la geçersiz sayarsa dananın kuyruğu asıl o zaman kopacak. Ya da ana muhalefet partisi içinde 9 şiddetinde bir siyasi deprem meydana gelecek ve bu durum elbette ki ülkenin genel siyasi bünyesinde de sarsıntılar meydana getirebilecektir. Esasen son zamanlarda ana muhalefet partisinden birçok belediye başkanının istifa edip iktidar partisine katılmaları, bu yaklaşan muhtemel sarsıntılara hazırlıksız yakalanmamak için tedbirli olmak isteğinin yansıması olarak da değerlendirilebilir.
Ülke için hayırlı sonuçlar diliyorum.
Bir diğer konu...
Türkiye ve İsrail, askerî olarak karşı karşıya gelir mi?
Önce tekrar edelim, İsrail diye anılan terör örgütü, gerçekte Amerikan emperyalizminin Müslüman coğrafyalarındaki kısa veya uzun vâdeli her türlü plan ve entrikası için, bölgeye sürülmüş, bir 'kuduz fino' konumundadır.
Son zamanlarda Siyonist rejimin gerek resmî makamlarında bulunanlarca gerekse medya kuruluşlarında, Türkiye'yi ve hattâ bizzat Başkan Erdoğan'ı açıkça hedef alan çirkin saldırılar giderek yoğunlaşıyor. Çağdaş Hitler ve hattâ firavun konumunda olan Netenyahu'nun, 'Bana, Suriye'ye niye saldırdığım soruluyor. Ben saf değilim ve ben Suriye'de gerçekte kime karşı mücadele verdiğimi biliyorum.' şeklinde dile getirdiği görüşlerde anlatmak istediği rakibinin kim olduğu tahmin ediliyor.
Bu konu bizim medya organlarında genelde sorumsuzca ve gelişigüzel değerlendirmelerle geçiştiriliyor, 'İsrail rejiminin, Türkiye ile karşılaşmaya cesaret edemeyeceği' gibi gururlu anlatımlar bile sergilenebiliyor.
Düşmanı küçük görmek de, büyük görmek de; ya da, düşmanla karşılaşacak olan tarafın kendisinden çok emin olması gibi durumlar içinde tuzaklar bulunan yaklaşımlardır.
Hele bazı yorumcuların, 'Türkiye NATO üyesidir ve ona saldırmak NATO ile savaşı göze alabilmek demektir.' gibi iddialı lafların kof sözler olmaktan öte bir mânası yoktur. Çünkü NATO'nun beyni, asıl karar mercii ABD'dir ve bu devlet NATO'nun bütün kararlarının, İsrail ile paylaşıldığını yıllar önce açıkça itiraf etmiştir ve Türkiye ile İsrail rejimi karşı karşıya gelecek olsa, sadece Amerikan emperyalizminin değil, Avrupa Birliği'nin büyük çapta ve hattâ daha başka odakların da tercihlerini ortaya, kimin yanında koyacaklarını tahmin etmek zor olmasa gerek.
Netenyahu'nun bu zamana kadar kullanmadığı bir deyimi, Amerika'da Charlie Kirk denilen ünlü kişinin öldürülmesinden sonra, 'Judo-Chrétien/ Yahudi- Hristiyan Medeniyetimizi birlikte savunacağız.' gibi lafları idraki olan herkesi düşündürmelidir.
Hele bazılarının, 'Türkiye, İran değildir.' gibi, kendi iç dünyamızı tezyife yönelik laflarını nereye koymalı? Bu gibi lafları söyleyenler, İran'ın hemen büyün dünya tarafından ve 1979'dan beri 46 senedir, her türlü ambargo ile kuşatıldığını ve hattâ, Türkiye'ye Amerika tarafından Patriot füzeleri verilmeyince, Rusya'dan S-400 füzelerinin alınmasından sonra Amerika'nın Türkiye'ye , 'NATO envanterinde bulunmayan silahları kullanamazsın.' diye karşı çıkmasını unutmamalıdır. Dahası, İran, hava savunma sistemi için Rusya'dan S-400 füzeleri istediğinde, Rusya'nın bile o silahı vermemesi, dünyadaki saflaşmayı göstermektedir.
Bu açıdan, Irak Hükûmeti'nin evvelki gün, 'İslam Birliği Ordusu' kurulması yolunda yaptığı çağrı ve bizim devamlı değindiğimiz bu konu üzerine, umulur ki Türkiye'de dahil halkı Müslüman bütün ülkeler bu konuyu her zamankinden çok daha derinlikli düşünür. Her geçen gün, geç olabilir.