Kemal Karpat hocanın yarım asır önce (1972) Cambridge için yazdığı "Osmanlı devletinin dönüşümü 1789–1908" makalesiyle yeni tanıştım.
Tarih okuması yapacağım zehabıyla içine girdiğimde fark ettim ki makale sadece mazi cinsinden sayılmazmış.
Satırlarda Osmanlı var, tamam anladım da satır arasında bugünün ne işi var!
Bizim resmî hikâye hep aynı yerden yürür.
Dış baskı, geri kalmışlık, mecbur kalınan batılılaşma. Sonra III. Selim, II. Mahmud, Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet ve nihayet Cumhuriyet.
En azından fakir Karpat'a dek tarih galerisine böyle nazar etti.
Fakat Karpat bu kolaycılığın fişini yarım asır önce çekmiş.
Kabuğun sertleşmiş kıvrımlarına bakmak yerine iç organları kurcalamış.
Toprak düzeni gevşiyor, ticaret yolları yön değiştiriyor, yeni zenginler türüyor, gayrimüslim burjuvazi büyüyor, Müslüman halk uzun süre tribünde tutuluyor.
Eski askeri sınıf tasfiye ediliyor, ayanın eli kolu bağlanıyor, ulema ve tarikat çevreleri daralmaya zorlanıyor, muhafazakâr Müslüman halkın iktisadi imkânları dar koridorlara itilip kontrol altında tutuluyor.
Ayan, eşraf, ulema, esnaf, tarikat, yeni bürokrasi hepsi aynı sofraya çağrılıyor.
İslamcı Müslüman kesim uzunca süre devletin dilini uzaktan dinlemek zorunda bırakılıyorlar.
Bu gerilim Cumhuriyet'te başka bir kıyafet giyiyor.
Osmanlıcılık üst kimliği dağılınca sahneye ulusçuluk çıkıyor. Merkez bu sefer seküler bir ideoloji ile karşımıza dikiliyor.
Topyekûn Müslüman toplumun sosyolojik omurgası uzun yıllar terbiye edilmesi gereken kalabalık muamelesi görüyor.
Dosyalanıyor, sınıflandırılıyor, mevzuat raflarına diziliyor.
Bu dönemde Osmanlı yönetimi "eşit vatandaşlık" söylemi ile hem Müslümanları hem gayrimüslimleri aynı kazanda tutmaya çalışıyor.
Böylelikle Müslüman kitle yeni bir kimlik arayışına itiliyor.
Zemin yavaş yavaş milliyetçiliğin dinin önüne geçtiği, Türk kimliğine yaslanan, İslam'ı denetlenen bir alana kayıyor.
Cumhuriyet'in ilk yılları bu çerçevenin sert yorumu hâline geliyor.
Tek parti rejimi, katı merkezileşme, ideolojik eğitim, toplumsal hafızanın kesintiye uğratılması, din alanının hukuki ve kültürel çitlerle çevrilmesi.
Yetmişli yılların Ecevit dönemi Karpat'ın çizdiği tabloya bir yankıdır.
Solun zenginleri ile aydın-meşrep isimleri devlete taşıyan Ecevit, kendini vatanın gerçek sahibi sanan bir kuşak üretti. Makam büyüdükçe ensesi kalınlaşan bu çevre kudret vehmine kapıldı.
Fakat bütün bu güç gösterisinin ortasında kendi çocuklarını ihmal ettiler. Liberal rüzgârla büyüyen çocuklar sınırları zorladı ve sonunda, kendini doğuran damarı mideye indirdi.
Bugüne geldiğimiz noktada farklılık var evet. Ama.
Müslüman kimlik mahcup bir unsur olmaktan çıktı, neredeyse ana meşruiyet kaynağı hâline geldi.
Ancak merkeze yakınlaşan Müslümanların bir kısmı kısa sürede yeni bir bürokratik sınıfa dönüştü.
Karpat'ın anlattığı dönüşüm tablosu, bugün merkeze yakınlaşan Müslümanların hangi refleksleri devraldığını hatırlatıyor.
Bu çevre dün tenkit ettiğiyle aynı refleksleri üretmeye başladı.
Karpat diyor ki, "Sosyolojik tabanının kültürel dünyasını eğitim, medya ve şehir politikalarında hesaba katmayan her merkez kısa sürede frenlenir. Sosyolojik damarını besleyemeyen hiçbir merkez arzulanan dönüşümü üretemez."
Bu tespit canlı ikaz.
Gazze'ye, Kudüs'e, Bosna'ya, Irak'a baktığımızda Osmanlı sonrası coğrafyanın neye savrulduğu daha berrak.
Müslümanlar arasındaki bağ zayıfladığında ortaya çıkan boşluğu her defasında başka güçler doldurdu.
Harita çizildi.
Sınırlar paylaşıldı.
Şehirlerin hafızası kırıldı.
Bu Karpat okuması anladım ki canlı bir ders okumasıymış, sadece tarih merakı sayılmaz.
Coğrafyamızın en büyük imtihanı toplumunun omurgası ile kurduğu ilişkide gizli vesselam...