Çöle doğru giderken, İslam'ın ilk zamanlarındaki muhteşem fetihlerin ardından gelen zenginliğe, servete sırtını dönerek devesine binip çöldeki sade bedevi hayatını yaşamaya karar veren ashaptan birinin hikayesi vardı aklımda. Moritanya adının nereden geldiğini sordum, arabayı Katar'ın başkenti Doha'dan çöle doğru süren Moritanyalı Yahya el-Muhtar'a. Yanımda oturan Cezayirli Abdussamed "Amaziğe (Berberi) dilinden gelen bir kelimedir. Arapça ismi Şınkit (Şankit)'tir" dedi. Yahya, yol boyunca fırsat buldukça şiir okudu bize. O kadar arı duru ve sadeydi ki çölü andırıyordu Arapçası. "Ne kadar Moritanyalı tanıdıysam ya şair çıktılar ya da bol miktarda şiir ezberlemişlerdi" dedim. Yahya "Moritanya'da çocuklar okula gitmeden önce çölde kurulan ve adına "Mahder" (hayata hazırlanma yeri, hazırlık okulu) denilen yerlere gönderilirler. Orada Kur'an'la birlikte Arap şiirini de ezberler, Arap dilinin inceliklerini öğrenirler. O yüzden bizde hem şair boldur hem de şiir ezberleyen" şeklinde cevap verdi. Arabanın penceresinden baktım. İnce kum örtüsüyle sarı dalgalı bir denizi andıran çöl uzanıyordu göz alabildiğine. Kıvrılıp giden Arapça kadar ahenkli kum tepelerinin arasında, şimdiki gibi dingin ve sade bir ortamda yetişen bir çocuk hayata müthiş bir ruhla hazırlanır diye düşündüm. Çöl arazisine uygun olmayan aracımızı bırakıp çöl safarileri için kullanılan başka bir araca bindik. Pakistanlı Muhammed'in sürdüğü araba, irili ufaklı kum tepecikleri arasında kıvrılarak, zıplayarak, sarsılarak, keskin inişler ve aynı keskinlikte çıkışlar yaparak ilerledikçe yüreğim ağzıma geliyordu. Kaç kere kafam arabanın tavanına çarptı. Durmadan zikrettiğim tevhidler, tehliller, şehadetler arasında bir ara "evde çocuklar, torunlar bekliyor, biraz yavaş" diyecek oldum, oralı bile olmadı, olanca ciddiyetiyle Pakistanlı usta sürücümüz. Ön koltukta oturan Prof. Dr. Cahid Şenel, daha önce buna benzer bir yolu izleyerek Moritaya'da bir "Mahder"e gittiğini söyledi. Yanındaki bir arkadaşını yolculuğun sonunda hastaneye kaldırmışlar. Adam dayanılmaz acılar çekiyormuş. Meğer sarsıntılardan dolayı böbrekleri yer değiştirmiş adamcağızın. O arada elimi sırtıma götürdüğümü fark ettim istemsizce. Böbreklerim yerlerindeydi çok şükür. Prof. Şenel'in baş ağrısından başka bir hasarımız yoktu. Bir yerde oturup çay içtikten sonra o da geçti.
Araplar "şerefu'l mekanı bi'l mekin" derler. İnsan bulunduğu yere şeref (anlam) kazandırır demektir. İnsanın, mekana dair genel bir algının oluşması üzerinde buna benzer bir etkisi vardır kuşkusuz. Ama pirimiz İbn Haldun, mekanın, iklimin, arazi yapısının da insanın karakteri, dili, hayat tarzı, medeniyeti, hatta ten rengi üzerinde etkili olduğunu söyler. Biz Katar çöllerine ne kattık bilmiyorum, ama bütün yolculuğum boyunca coğrafyanın, mekanın, iklimin, mekanı mesken tutan Arapların bu denli sade oluşunu düşündüm durdum. Arap çöllerinin, Arap kıyafetlerinin, ince kum tanelerini andıran örgüsüyle Arap dilinin sadeliği zihnimin bir ucuna takılıp kaldı öylece.
Araçla çöl seferine çıkmadan önce turistlere kiralanan develerin bulunduğu bir yerde durduk. Her zaman bir deveye binmek istemişim, dedim arkadaşlarıma. Deveci ıhladı deveyi, ben eyerinin ön tarafındaki demir çıkıntıya (bunun bir ismi var biliyorum, ama şimdilerde olumsuz çağrışımlar yapıyor) tutunmaya çalışırken deve önce geri, sonra ileri hamlelerle ayağa kalktı. Düşeyazmıştım. Bunu gören deveci "sıkı tutun" dedi. Küçük bir turdan sonra geri döndük. Bir kanepede oturan bir adama selam verdim. Bana yer verdi, sonra da gidip bir tas (plastik ya da kağıt bardak değil, bildiğiniz tas) su getirdi. Somaliliydi. "Su kadar aziz ol" diyecektim ama o anda bu deyimi Arapçaya istediğim gibi çeviremeyebilirim diye "şukran" demekle yetinerek Türkçenin bu güzel deyimini yutkundum su ile beraber.
Akşam ödül töreni vardı. Veliaht Prens takdim etti plaketleri. O gelmeden, ben onu üniformalar, apoletler içinde, bir koruma ordusu arasında yürüyen biri olarak hayal ediyordum. Sıradan Arapların kıyafeti vardı üzerinde. Üzerindeki sade kıyafetler, unvanlarından, saygınlığından, insanların gözündeki yerinden bir şey eksiltmiyordu. Saygıda kusur etmedikleri halde, karşısında eğilip bükülen kimse de yoktu. "Bu, bireysel bir tercih değildir, çölün kazandırdığı kültürel bir duruştur" demekten kendimi alamadım.
Gece otel odasının balkonundan siyah bir atlas misali dingince uzanan körfezi seyrettim, göründüğü kadarıyla. Hemen yanı başında Manhattan'a benzetilen Kutayra (Katarcık) denilen yarımadada yükselen gökdelenlerin ihtişamı ışıl ışıl yanıyordu. Arapların "Natihatu's Sihab" (Bulutları süsen) dedikleri bu göz kamaştırıcı umranın çölün cazip sadeliği karşısında pek sönük kaldıklarını düşündüm ve tabi muhteşem cazibesiyle insanı yüreğinden kıskıvrak yakalayan Kabe'nin sadeliği karşısında beşeri kibrin sefaletini düşündüm.
Bulutları süsen plastik medeniyet kibrinin çöle inen sadeliğe tosladığını görmek heyecan vericiydi.