Suriye'de DEAŞ tarafından gerçekleştirildiği bildirilen ve üç Amerikan vatandaşının hayatını kaybettiği saldırı, yalnızca trajik bir terör eylemi değil; uluslararası güvenlik mimarisinin tutarlılığına yönelik ciddi bir sınamadır. Bu tür saldırılar, terörün coğrafya, vatandaşlık ya da siyasi ittifak ayrımı gözetmediğini bir kez daha ortaya koymaktadır. Türkiye'nin bu saldırı karşısında duyduğu üzüntü insani bir refleks olmanın ötesinde, kolektif güvenliğin gerektirdiği siyasal ve hukuki bir sorumluluğu da beraberinde getirmektedir.
NATO Antlaşması'nın 5. maddesi, bir müttefike yapılan silahlı saldırının tüm müttefiklere yapılmış sayılacağını hükme bağlar. Bu madde, yalnızca klasik devletlerarası saldırılar için değil, 11 Eylül 2001 örneğinde olduğu gibi, terörizm gibi asimetrik tehditler için de işletilmiştir. Dolayısıyla, DEAŞ'ın NATO üyesi bir ülkenin vatandaşlarını hedef alan saldırıları karşısında 5. maddenin gündeme getirilmesi hukuken mümkündür ve siyaseten meşrudur. Asıl soru, bu mekanizmanın neden sistematik ve kararlı biçimde kullanılmadığıdır.
DEAŞ BİTERSE SDG MEŞRUİYETİNİ NEREDEN ALACAK?
Türkiye, DEAŞ terörünün sonuçlarını en ağır yaşayan ülkelerden biridir. Sınır güvenliği, göç baskısı, canlı bomba saldırıları ve bölgesel istikrarsızlık, Türkiye'nin ulusal güvenliğini doğrudan etkilemiştir. Buna rağmen, DEAŞ'la mücadelede uluslararası toplumun çoğu zaman parçalı, geçici ve çelişkili politikalar izlediği görülmektedir. Bir yandan "DEAŞ bitirilecek" söylemi tekrar edilirken, diğer yandan sahadaki güç dengeleri, vekâlet savaşları ve kısa vadeli çıkar hesapları bu hedefi sürekli ertelemiştir.
SDG gibi terör yapılanmalarını DEAŞ'la mücadele adına paravan olarak değerlendiren ve meşruiyet kazandırmaya gayret eden Batılı devletler DEAŞ tehdidi ortadan kalktıktan sonra hangi bahaneye sığınacaktır?
Bu noktada Türkiye'nin NATO'nun 5. maddesinin işletilmesini talep etmesi, bir kriz tırmandırma girişimi değil; aksine, ittifakın inandırıcılığını test eden rasyonel bir çağrı olacaktır. Eğer NATO, terörizmi müttefiklerine yönelen ortak bir tehdit olarak tanımlıyorsa, bunun gereği kolektif ve bağlayıcı eylemdir. Aksi takdirde, 5. madde sembolik bir güvenceye, müttefiklik ise bildirilerle sınırlı bir retoriğe indirgenmiş olur.
TERÖRLE MÜCADELEDE STRATEJİK TUTARLILIK ARAYIŞI
Uluslararası ilişkiler literatürü, caydırıcılığın yalnızca kapasiteyle değil, niyetin inandırıcılığıyla da ilgili olduğunu vurgular. DEAŞ'ın Suriye ve Irak'ta hâlâ varlık gösterebilmesi, uluslararası sistemin bu inandırıcılığı sağlayamadığını göstermektedir. "Bitirmek istiyoruz" söylemi, sahada eşgüdümlü askeri, istihbari ve siyasi bir stratejiyle desteklenmediği sürece anlamını yitirir. Türkiye'nin çağrısı bu açıdan hicivli ama haklı bir meydan okumadır: Madem ortak düşman DEAŞ'tır, madem müttefiklik esastır, o halde ortak irade nerede?
Yoksa Batılı müttefiklerimiz, DEAŞ'ın gerçek anlamda bitmesini talep etmiyor ve SDG unsurlarını legalize etmek ve parçalanmış bir Suriye için bir terör örgütünün ayakta kalmasına seyirci mi kalıyorlar? Ortak müdahale talebi maskelerin düşmesi için siyasi ve hukuki sınav mahiyeti taşımaktadır.
Sonuç olarak, NATO'nun 5. maddesinin DEAŞ'a karşı devreye sokulması, yalnızca bir askeri tercih değil, normatif bir tutarlılık meselesidir. Türkiye'nin böyle bir talepte bulunması, ittifakın değerler temelinde mi yoksa konjonktürel çıkarlar temelinde mi işlediğini ortaya koyacaktır. Terörle mücadelede kararlılık, sözle değil bedel ödemeyi göze alan eylemle ölçülür. Bugün ihtiyaç duyulan şey tam da budur: Samimiyet, cesaret ve sorumluluk.