Oğlumu üniversite kaydına götürdüm. Bahçede beklerken telefonda bir haber dikkatimi çekti. Bir akademisyen, iki yıldır "sallama" tekniğiyle üniversite sınavına giriyor ve iki yıldır da iyi bölümler kazanıyormuş.
Bu tuhaf haber zihnime takılırken kayıt için içeri girdik. Girdiğimiz bina tarihi bir yapıydı; sütunlarıyla, işlemeleriyle, ruhu ve sanatıyla konuşan bir mekân. O sütunlardan birinde eski bir tablo gözüme ilişti.
Sol tarafında Fransızca "Empire Ottoman – Diplôme", sağ tarafında ise Osmanlıca "Osmanlı Devleti Şehadetnamesi" yazıyordu. Altında ise "Sultan Hazretleri adına verilmiştir." yazılı.
Bahçedeyken önüme düşen haber ve muhtemelen Osmanlı son dönemine ait bu diploma duygularımı ziyadesiyle zorladı ve yordu.
Ülkemizde gençliğin kaderi bir kitapçığın sayfalarına hapsedilmiş durumda. Milyonlarca gencin zekâsı, potansiyeli ve ruhu tek bir sınavın gölgesinde ya başarıya ya da başarısızlığa mahkûm ediliyor.
Oysa diploma aklın ve dahi zekanın kefili değildir; liderliğin, hikmetin ve şahsiyetin teminatı hiç değildir.
Ama biz eğitim sistemimizi bir kâğıt parçasının etrafında döndürdük ve potansiyel Bayraktar'larımızı, Hürkuş'larımızı, Erbakan'larımızı sınav kaygısında boğduk.
Üniversiteyi kazanmak, diplomanın peşine düşmek bir tür "fetih" gibi yüceltiliyor.
Başaran yüceltiliyor, başaramayan hor görülüyor. Stresini kontrol edemediği için tökezleyen bir genç ömür boyu geri plana itiliyor. Öte yandan sahte diplomalara servet dökenler makam ve mevki sahibi olabiliyor.
Bu çelişki, sistemin nasıl bir yozlaşma girdabında debelendiğini göstermiyor mu?
Eğer bu sistem 1920'lerde olsaydı Vecihi Hürkuş uçağını yapabilir miydi?
Bugün böyle bir sınav düzeniyle kaç tane Selçuk Bayraktar çıkabilir?
Kaç beyin, bir kitapçığın içinde boğulup gidiyor, düşünebiliyor muyuz?
Mesele sadece sınav değil, daha derin bir krizle karşı karşıyayız.
Okullara konferansa gittiğim de söylemişlerdi, akıllı tahta bozulduğunda ders anlatamayan, pedagojik donanımını yalnızca bir ekrana bağlamış öğretmenler var!
Oysa bir öğretmenin varlığı tahta ile değil, şahsiyetle, ruhla, irfanla ölçülmeli değil mi?
Eğitim fakültelerinden çıkan öğretmen adaylarının çoğu, ne milli-manevi bir ruh taşıyor ne de akademik başarı. Kemalist bir sekülerizmin kalıplarında ortaya ruhsuz, değerlerinden kopuk, yol gösteremeyen nesiller çıkıyor.
Eğitim-öğretim alanında üst düzey bir bürokratı ziyaretimde öğrenmiştim: "Türkiye imtihansız bir sisteme hazır, ama en büyük sıkıntımız öğretmen!" demişti.
Bu hakikati en çok Nurettin Topçu görmüştü. "Öğretmen, talebesini ders geçmek için değil, şahsiyet kazanması için eğiten kimsedir." diyor. Ona göre mektep bir "ruh mabedi"ydi. Mahir İz de "İlim yalnızca bilgi yığmak değil, bir terbiyedir." diye tarihe not düşüyor.
Biz bu çizgiden kopunca eğitimi bir kariyer, diplomayı ise nihai hedef zannettik!
Tarihimizde tam tersi örnekler var. Nizamülmülk, Selçuklunun bağrında Nizamiye Medreselerini kurarken, derdi yalnızca ders vermek değildi; bir milletin aklını, ahlakını, idealini mayalamaktı. O medreselerden çıkanlar fakihler, devlet adamları, mütefekkirler, bilim adamları, hatta medeniyet inşacılarıydı.
Çünkü öğretmen, sadece "ders anlatan" değil, yol gösteren, ruh aşılayan, şahsiyet inşa eden bir mürşitti.
Nurettin Topçu'nun "mektep mabedi" anlayışı ile Nizamülmülk'ün "ruh" anlayışını birleştirdiğimizde eksikliğimizin sınav değil, öğretmenlik ruhunun kaybolmasını kör göze parmak mesabesinde müşahede ediyoruz.
Sosyoloji bu noktada devreye giriyor. Her ne kadar 1800'lü yıllarda adını Comte ve Durkheim koysa da sosyoloji, insanlık tarihi kadar eski bir hakikattir. Kur'an'da, İncil'de, İsrailiyyatta anlatılan helak kıssaları, sosyolojik çürümenin kayıtlarıdır. Hiçbir kavim başka sebepten değil, sosyolojik yozlaşmadan dolayı tarihten silinmiştir.
Türkiye'nin kaybettiği şey, sınavda başarısız olmuş çocuklar değil, onların potansiyelleridir. Biz gençliğimizin zekâsını, ruhunu, enerjisini ve dahi sosyolojisini test kitapçıklarının içinde boğuyoruz.
Sonra da "neden lider çıkmıyor, neden kanaat önderi yetişmiyor" diye yakınıyoruz.
Mahir İz "Muallim, gönül yapandır." der. O hâlde gönül yapmayan muallim, millet yapamaz!