Bir yerde okumuştum. Şeyhü'l İslam Ebusuud efendi "Diyar-ı Rum'da teşeffu' caiz değildir" (Rum diyarında-Türkiye'nin batısı-Şafiîlik caiz değildir) demiş. Duhok'un Amidiye bölgesinden gelip Çorum'a yerleşmiş, Peçevî tarihine göre Kürt (muhtemelen Şafiî) bir aileden gelmiş ve Osmanlı'nın Şeyhü'l İslamlık makamına yükselmiş bir alim, nasıl olur da böyle bir fetva verir, diye hayretler içinde kalmıştım. Söke'deki Şafiî Kürtlerin durumunu gözlemleyince büyük alime hak verdim. Büyük alimlerin fetva verirken, fıkhın yanında sosyolojiyi de dikkate aldıklarını anlamıştım.
Çünkü her bölgenin bir ruhu var ve o ruhu dikkate almak bir arada yaşamanın (teayüş) vazgeçilmez bir kuralıdır. Kuşkusuz bir yere dışarıdan gelenler, bir süre geldikleri yerin ruhunu, geleneklerini, kültürünü yaşatmaya çalışırlar, ama bu, zaman içinde yavaşlar, zayıflar, sonunda geçmişte kalmış bir hatıradan ibaret kalır. Direnç gösterilmesi durumunda ise çatışma kaçınılmaz olur. Sonunda kaybedenler de sonradan gelenler olur. Ege'nin genel olarak nasıl bir kültürel ve geleneksel özelliğe sahip olduğunu, yani ruhunu biliyorsunuz, Söke'nin de.
Pazar günkü yazımızda sözünü ettiğim ilk ziyaretimde amcamla Söke çarşısında dolaşıyorduk. Namaz vakti gelince genç, heyecanlı bir İmam-Hatipli olarak camiyi sormuştum amcama. Birlikte namaza gittiğimizde bizim oralardan göç edenlerin yoğunluğu dikkatimi çekmişti, şimdilerde İstanbul camilerindeki Suriyeli cemaat yoğunluğu gibi. Amcam, "ilk geldiğimizde camiler çok tenhaydı, cemaat yok gibiydi" dedi. Hakikaten Muş'tan, Van'dan, Ağrı'dan, özellikle medreseler, şeyhler diyarı Bitlis'ten gelenler tıpkı memlekette olduğu gibi son derece dindardılar. Ancak ufaktan ufağa camilerdeki uygulamalara dair şikayetler de duyuyordum. Çoğunluğu Şafiî mezhebinden olan hemşerilerimiz, cemaat namazlarında imamın arkasında fatiha okuyamamaktan, imamın Fatiha'yı besmelesiz okumasından, sonunda da "wele'd-Dallîn" yerine "wele'z Zallîn" demesinden şikayet ediyor ve bunun namazlarını bozduğunu düşünüyorlardı. Bazıları İmam'ın kadın eline dokunduğu için "abdestsiz" (!) namaz kıldırdığını, bu yüzden namazlarının geçersiz olduğunu" söylüyordu. Sökeli hemşerilerimin şikayetlerinin bir benzerini yıllar sonra başka bir vesileyle de duymuştum.
Bir keresinde Konya'da bir konferans vermeye gitmiştik. Cumhuriyetten çok önce gelip orta Anadolu'ya, bu arada Konya'nın Kulu ve Cihanbeyli ilçelerine yerleşmiş Kürtlerle tanışmış, sohbet etmiştim. "Son yıllarda göç eden Kürtlerle ilişkileriniz nasıl?" diye sorduğumda, bana şu cevabı vermişlerdi: "Pek bir temasımız yok, ama bir keresinde Konya müftüsü bizim ileri gelenlerimizden birilerine, Ağrılıların oturdukları mahallede cemaat ile imam arasında bir problem var, siz onların dillerinden anlarsınız, bir sorun bakalım, İmamla dertleri neymiş" demişti. Onlar gidip sorunca, cemaat, "bu imam abdestsiz namaz kıldırıyor, biz Şafiîyiz, İmam, hanımının elinden tutup camiye geliyor bazen ve abdest almadan önümüze geçiyor. Bir keresinde de köpeğini getirmişti caminin avlusuna" diye şikayetlerini dile getirmişlerdi.
Bizim Van-Erciş'te ve bölgenin başka yerlerinde elbette Hanefîler var ve Camilerde Hanefi imamlar da namaz kıldırır. Bu imamlar da sosyolojiyi dikkate alırlar. Mesela namazlarda fatiha okuduktan sonra cemaatin fatihayı okuyacağı kadar bir süre bekler, sonra zamm-i sure okurlar. "Wele'd-Dallîn" diye okumaya özen gösterirler. Şafiîlerin hassas oldukları diğer hususlara dikkat ederler.
Dolayısıyla ya Van ve civar illerdekine benzer bir ara formül bulmak ya da orta Anadolu Kürtleri gibi Hanefi olmak gerekir diye düşünüyorum. Çünkü kültürel beklentilerinin karşılığını göremedikleri için kabuğuna çekilen topluluklar bir süre sonra geldikleri yerin kültürünü, geleneğini de unuturlar. Nitekim son ziyaretimde Söke Kürtleri arasında namaz kılanların oranında toplumsal gelecek açısından ürkütücü bir düşüş yaşandığını gözlemledim. Mezhebî olarak uyum sağlamamışlardı, mela, seyda, şeyh gibi dini hayatlarını besleyecek kaynakları da geldikleri yerlerde bırakmışlardı. Bu yüzden dine epey mesafeli hayat tarzının akışına kapılıp gitmişlerdi.
Ebusuud Efendi haklı. Bir arada yaşamanın (teayüş) formülü dindir, dinin insan hayatına yansıması da mezheptir. Bu da yoksa, tükeniş kaçınılmaz olur.
Tabi, bölgenin geneli açısından Hanefiliğin de can çekiştiğini unutmadan.