24 Aralık 1995 Genel Seçimleri’nde partisi yüzde 22 ile birinci olan (merhûm) Necmeddin Erbakan’ın başbakanlığını önlemek için zamanın C. Başkanı Demirel ve diğer bütün siyasî partilerin ve Genelkurmay’da yuvalanıp siyasetin yönünü belirlemeye çalışan ve bütün siyasî güç odaklarını oynatmayı kendilerinin aslî vazifesi olarak gören darbeci laik-kemalist generallerin/ askerlerin bütün entrika denemeleri, -sistemleri tıkandığı için- başarısız kalmıştı. Ama bu kez de o Hükûmet’i en kısa zamanda bertaraf etmek için yeni oyunlar kurmaya başlamışlar ve sonunda Erbakan’ın 11 aylık Başbakanlığı’na tahammül edemeyip 28 Şubat 1997 Askerî Darbesi’yle o Hükûmeti devirmişlerdi.
***
O zorbalığın üzerinden 22 yıl geçti. O günlerde 7-8 yaşında olan ve bugün 30 yaşına dayanan yeni nesillere o günleri unutmamaları gerektiğini hatırlattığınızda, onların, çok uzaaak bir geçmişe ait masallardan söz ettiğinizi hissettirircesine size ilgisizce baktıklarını görürsünüz. Hele de o darbelerin ardında emperial güç odaklarının ve onların içerdeki bütün uşak ve kuklalarının devrede olduğundan söz ettiğinizde ‘Yavv, siz de her şeyi dış güçlere bağlıyorsunuz!’ der gibi baktıklarını fark edersiniz. Halbuki sistem, Temmuz-1923’te imzalanan Lozan’daki dayatmalarla kurulmuştu.
Erbakan Hükûmeti de yine aynı emperial odakların direktifi ve onların yerli uşakları eliyle devrilmişti. Nitekim, o Hükûmet’in ‘bakan’larından Abdullah Gül, bir Washington ziyaretinde zamanın USA Dışbakanı Madeleine Albright’la resmî olarak görüşüp, Türkiye’nin durumu değerlendirilirken, TC heyetinde bulunan ve dönemin çevik bir TSK generali, Albright’a hitaben, “Ben ve arkadaşlarım bu hükûmeti iktidardan uzaklaştırmak için mücadelede kararlıyız” mânâsında bir konuşma yaptığında, Ms. Albright da “Ama parlamento aritmetiği içinde yapınız” diye yol göstermiş ve o‘post-modern darbe’ öyle gerçekleştirilmişti.
***
Yeni nesiller, ‘asker’in bugün aslî vazifesinde, yurt savunması vazifesinde tutulmaya başlandığına bakıp, son asırlarda ‘yeniçeri hastalığı’ da denilen darbecilik hastalığının hecmelerine inanmakta bile zorlanacakladır. Halbuki, henüz 22 sene öncesinde olmuştur bu zorbalık. Ve aynı hastalık, 38 ay önce de 15 Temmuz 2016’da, nüksedip, milleti yine esir almaya kalkıştığında bu kez, kullanılan ilaç çok müessirdi. ‘Liderini bulan bir halk’ ve ‘halkından kopmayan bir lider’ denklemi, emperial odaklardan beslenen o büyük oyunu bozmaya yetmişti; ‘Allah’u Ekber!’ diyerek tanklara karşı vücudunu siper eden ve o yolda 250’yi aşkın kurban veren bir şanlı direnişle. Ve şimdi USA Başkanı Trump’ın Ulusal Güvenlik Başdanışmanı olan John Bolton, o darbenin ilk saatlerinde, “Erdoğan devrilirse onun için gözyaşı dökmeyeceğim. Çünkü o, Amerika’nın dostu değildir” diyecekti, bir Amerikan TV kanalında…
***
Evvelki gün Eyyûb Sultan’da başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere, (kadın ve erkek) onbinlerce Müslümanın katıldığı bir cenaze namazından sonra toprağa iade olunan (merhûme) Şûle Yüksel Hanımefendi’nin vefat haberini, mest olmuşçasına başlıklarla veren gazetelerdeki laik-kemalist mankurtların son 100 yıllık azgınlıklarını bugün bir masal gibi dinleyen ve hattâ, “Galiba sizin nesliniz Başörtüsü Meselesi’ni biraz abartmış, çünkü bugün üniversitelerde başörtülü veya baş açık, hepimiz, arkadaşça birlikte okuyoruz. Kimse kimseye karışmıyor!” diyen yeni nesil kızlarımız bile, dünlerde on yıllar boyu çekilen acıları, ızdırapları, akıtılan gözyaşlarını, coplanan ana-baba- âbi ve ablalarının çektiklerini, üniversite kapılarından onbinlerce kızın sırf başörtülü olmalarından dolayı gözyaşları içinde geri çevrilişlerini, kovuluşlarını, ‘Bir varmış- Bir yokmuş..’ havasında dinleyebiliyorlar.
Evet, düne takılıp kalmamalı ama dün unutulmamalıdır da...