Yedi yıl önce Kudüs'e gittiğimde, içimde sadece hasret değil, aynı zamanda hakikatle çarpışmaya dair bir hazırlık vardı. O güne dek, Mescid-i Aksâ'nın kapılarında Müslümanlara reva görülen zulmün faili olarak hep organize terör çetesi İsrail askerlerini bilmiştik, görmüştük.
Öyle ya o üniformalar, o dipçikler, o kameralar ve o kibirli bakışlar... Siyonizm'in simgesi olan o gövde gösterileri, doğrudan düşmanı işaret ediyordu.
Fakat ilk Mescid-i Aksâ'ya girdiğimde öğrendim ki, düşman her zaman karşıdan gelmiyor. Bazıları, içeriden konuşuyor, senin dilinle selam veriyor, senin gibi bakıp senin gibi susuyor.
Mescid-i Aksâ'nın kapılarında nöbet tutanlar, bizzat terör çetesi ordusunun personeli değildi; Ürdün vatandaşı Dürzîlerdi.
Bir şehrin taşları, bazen kitaplardan daha çok şey anlatır. Kudüs, eğer içe işlediyse, artık sizinle gelir, sizinle konuşur, sizinle hüküm verir.
O gün içime yerleşen sadece Kudüs değildi; kapılarındaki o zihinsel ihanet düzeniydi.
Niçin Anadolu insanı, birine ihanet, sinsilik ya da ikiyüzlülük yakıştırmak istediğinde, "Dürzü müsün sen?" derdi, anladım.
"Dürzü" sıfatını hakaretamiz bir yaklaşımla tahkir olarak kullanan Anadolu irfanının isabetine saygı duyalım.
Dürzîlik, tarihsel olarak 11. yüzyılda İslam'ın kelâmî ve fıkhî omurgasından koparak oluşmuş, Fatımi halifesi Hâkim Biemrillah döneminde zuhur etmiş bâtınî bir inanç sistemi. Kur'an'ı lafzıyla değil, yalnızca kendi yorumlayıcı kast sistemiyle okuyan, "sır dinine" dayanan, imamlarını kutsallaştıran ve ritüellerini halktan gizleyen bu örgüt, tarih boyunca "dokunulmaz azınlık" muamelesi görmüş, fakat zamanla bu dokunulmazlığı bir ihanet alanına dönüştürmüş.
Dürzîler, İslam toplumlarının içinden çıktıkları hâlde, kriz anlarında hep dışarıdan hizalanmayı tercih etmiş, direnişin değil, işgalcinin yanında saf tutmuşlar.
Esed rejiminin de etrafında kümelenen paramiliter birlikler arasında Dürzî tugaylarının özel bir rolü var. Dera'da bir çocuğun üzerine atılan varil bombasının taşıyıcısı, Golan'da terör çetesine tek taş atmayan o sessizliğin rolü!
İhanet, bazen konuşmakla değil, susmakla teşhir olur ya.
Bu yüzden, bugün Şam bombalanırken, bir çatının tepesinde sevinçle İsrail bayrağı açan bir grup genç ve onların Dürzî olduğu bilgisi, bana şaşırtıcı gelmedi. Siz de şaşırmayın!
Dedik ya Dürzîlik, bir hizbin tanımı değil, bir karakter biçimidir. Bu karakterin tarifinde Müslüman mücahide düşmanlık ve işgalciye kulluk yapmak vardır.
E tabi bir de bizdeki Dürzüler var. Söz etmeden geçmeyelim, değil mi?
Kudüs'ü hiç dert etmeyen, Gazze'deki çocuk cesetlerine bakarken gözünü çeviren, Coca-Cola ile sponsor protokolü imzalayıp, fon veren Siyonist vakıflarla yemek masalarında poz veren, "tarafsızlık" kılıfıyla zalime alan açan, "boykot ekonomiye zarar verir" diyerek her harcamasına Tel Aviv'in yüzünü kazıyan tipler... Kimin için düşünüyorsun? Kimin için susuyorsun? Kimin adına yazıyorsun? Kimin kalemini taşıyorsun?
"Dürzü müsün sen" bir soru kipi değil, haddi zatında ahlaki ve epistemik bir kalıptır.
Siyonizm'in startup fonlarına akademik danışmanlık yapan, British Council veya Konrad Adenauer Stiftung sponsorlu panellerde Filistin direnişine "çatışma pornografisi" etiketi yapıştıran, "barış gazeteciliği" kursları düzenleyenler günümüzün dürzüleridir.
Birkaç yazı öncesinde, ülkemizde 1930'lardan itibaren Yahudi gençlik hareketlerinin nasıl Siyonist bilinçle örgütlendiği, spor kulüpleri ve kültür dernekleri üzerinden CHP eliyle nasıl desteklendiği, medyanın da buna nasıl tercümanlık yaptığını dile getirdiğim hafızadır işte bu.
Aksâ'nın kapısında İsrail'e bekçilik yapan Dürzî neyse, İstanbul'da İsrail'e laf söyletmeyen medya yorumcusu da odur.
En acısı da "velâd-dâllîn" diyen ama gözünü "Siyonist fonlarına" diken hocacıklardır!
Ha copla yapmış, ha sözcükle. Ha barikat kurmuş, ha algı duvarı. Ha sınır çizmiş, ha hakikatin üstünü hurafe tozuyla örtmüş...
Şimdi!
Dürzü müsün sen?