"Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın;
Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın"
Necip Fazıl'ın bu mısraları insanlık tarihinden süzülmüş hakikatin çarpıcı bir ifadesidir. İnsanın, düşmanına göre kendini konumlandırması, anlamlandırması, dizayn etmesi hakikatinden bahsediyoruz. İnsanın, düşmanı kadar varlıkta yer kaplaması da diyebiliriz. Bu yüzden "bana düşmanını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim" dense yeridir. Çünkü insan, düşmanının büyüklüğü veya küçüklüğü oranında büyük veya küçüktür.
Büyük Selçuklu devletinin yıkılmasından sonra Anadolu'da irili ufaklı beyliklerin kurulduğunu biliyorsunuz. Bunlar arasında özellikle Karamanoğulları gibi bayağı büyük ve iddialı beylikler vardı. Bir kere Büyük Selçuklu devletinin mirasçısı olmakla övünürlerdi. Ama perspektifleri küçüktü, vizyonları orta Anadolu'nun bozkırlarının ötesine geçmiyordu. Kendilerine düşman olarak çevrelerindeki beylikleri bellemişlerdi. Bu yüzden onlarla aynı düzeyde ve çapta kalakaldılar. Buna karşılık Osmanoğulları bu beyliklerin en küçük olanıydı. Hatta diğer beylikler onları kale bile almıyordu. Ancak Osmanoğulları küçük düşünmüyorlardı, vizyonları büyüktü. Onlar, Bizans tekfurlarını, daha ötesi, bütün bir haçlı dünyasını kendilerine düşman bellemişlerdi. O yüzden düşmanlarıyla boy ölçüşecek, sonra onları alt edecek çapta büyüdüler. Diğer beyliklere dönüp bakmıyorlardı bile. Nitekim zaman içinde bu beyliklerin tamamı, isteyerek veya istemeyerek Osmanlının büyük vizyonuna teslim oldular, kıtaları aşan perspektifi içinde eriyip gittiler.
Önce Emevi, sonra Abbasi imparatorlukları şahsında İslam devleti, kuzey Afrika'nın bütün Akdeniz sahillerini, Şam diyarı denilen bugünkü Suriye'nin sahillerini egemenliği altına almıştı. Batıda da Endülüs Emevii devleti Akdeniz'in İber Yarımadası sahillerine hükmediyordu. İbn Haldun'un ifadesiyle Akdeniz, bir İslam gölü haline gelmişti. Hristiyanlar, Müslümanların izni olmadan bir tahta parçasını bile yüzdüremiyorlardı bu sularda. Batılılar açısından büyük İslam tehdidi kapıya dayanmıştı.
Avrupa prenslikleri bugünkü İslam ülkelerini veya Selçuklu sonrası Anadolu beyliklerini andırırcasına birbirleriyle kanlı bıçaklı bir hakimiyet mücadelesi veriyorlardı. Vizyonları, belledikleri düşmanlarının ötesine geçmiyordu. İlk olarak Franka ve Lombard kralı Şarlman, Avrupa fikrini ortaya atarak, İslam tehdidini asıl düşman olarak önüne koydu. Öyle ki bazı batılı tarihçiler, İslam tehdidinin Avrupa fikrinin oluşması üzerindeki etkisini anlatmak için "Eğer Muhammed olmasaydı, Şarlman olmazdı" demişler. O günden sonra devran tersine döndü ve Avrupa Birliği gerçeği ortaya çıktı. Yani Avrupa büyüdü, çünkü düşmanı büyüktü.
İslam dünyası, bugün, Avrupa'daki prenslikler veya Anadolu'daki beylikler dönemini andıran bir süreçten geçiyor. İslam dünyasındaki irili ufaklı bütün devletlerin düşmanları, yine kendileri gibi başka Müslüman ülkeler veya kendi halklarıdır. Ordularını buna göre motive edip eğitiyorlar, iç ve dış siyasetlerini buna göre dizayn ediyorlar. Attıkları bütün adımlarda, en başta düşman belledikleri söz konusu ülkeleri veya halkları hesaba katıyorlar. Tarih boyunca kaç kere varlıklarına kast etmiş ve halen bu amacından vazgeçmemiş asıl düşmanlarını akıllarına bile getirmiyorlar. Tam tersine onlarla stratejik ortaklıklar bile kuruyorlar. O yüzden en büyükleri dahil, İslam ülkeleri, siyaset ve strateji açısından güdük kalmışlar. Büyümüyorlar, çünkü tıpkı bireyler gibi toplumlar ve devletler de düşmanları kadar büyük olurlar.
İsrail'in Gazze'ye yönelik katliamlarının, biraz daha taşarak Katar'ın kalbine kadar dayanması, bu yönde bir kımıldamaya yol açtı diyebiliriz tabi. Nitekim kaç gündür, değişik İslam ülkeleri arasında askeri ittifaklar kurulmasına ilişkin haberler geliyor. Henüz Osmanlının vizyonuna benzer bir ufka yönelmiş bir liderlik görünmüyor ufukta ama İslam Nato'sunun ayak seslerinin geldiğini söyleyenler de var.
Günün birinde bir tarihçi "eğer Netanyahu olmasaydı, İslam birliği olmazdı" diye yazabilir.