Geçtiğimiz hafta içinde okudum; Konda kamuoyu araştırmaları şirketinin yaptığı bir araştırma, insanların son zamanlarda, aileyi yeniden en güvenilecek yer olarak gördükleri sonucunu vermiş...
Tekno-toplumun birbirinden kopmuş ve sanal yalnızlığa mahkum olmuş bireyleriz. Bu yalnızlık örüntülerini cidden sorgulamamız gerekiyor. Ve bu asrın, temel terimleri; yalnızlık, sessizlik, ekran bağımlılığı... "En çok kime güvenirsiniz?" sorusuna verilen cevaplar içinde ilk sırada çıkan cevap ise: Aile... Çok şaşırtıcı ve ilk bakışta paradoks gibi duran bir hal bu; yani hem 'tekno'sun hem "ailemi isterim" diyorsun... Bunu şöyle de okumak gerek kanımca; aslında yalnızlıktan, edilgenlikten, suskunluktan, izleyici olmaktan bunalmış bir haleti ruhiyenin bir ipucudur bu.
Asrımızın popüler felsefecilerinden Byung Chull Khan'ın da makalelerinde kavramsallaştırdığı bu yeni yalnızlık; yani tekno-hayatın bir adeti, modern şehir hayatının bir tür zorunluluğu gibi, mahkum edildiğimiz bu sanal ortam yalnızlığı, aslında var edilmiş, türetilmiş, yapay bir yalnızlıktı zaten... İnsanlar, bazen kariyerleri gereği, bazen mensubu oldukları veya olmak istedikleri sınıfın aidiyeti gereği, modern yaşamın hızlı döngüsü yüzünden, kamusal hayatın rekabetçi düzeyinin gereği, yalnızlığı "tercih edilmiş bir hayat' olarak yaşamaya başlamışlardı...
Konda'nın araştırmasının ortaya koyduğu hakikat ise, ailenin ve ailevi bağların aslında capcanlı şekilde sabırla beklemeye devam ettiğini gösteriyor bizlere. İnsanlar, yorgun toplumun, yorgunluk bireyleri, bu sanal yükten, bu sanal yalnızlık yükünün ağır baskısından kurtulabilmenin yolunun yine en doğal şekilde aileden- aile bağlarından geçtiğini itiraf ediyorlar demek ki...
Yalnızlık o kadar övüldü, o kadar yüceltildi ki nerdeyse yüz elli yıldır. Misal; İnsanların ciddi entelektüel olarak kabul edilebilmeleri için yalnız yaşamaları adeta zorunluluk addedildi. Başarılı bir CEO'nun altı çocuklu bir ailenin en büyük oğlu olduğunu hayal edebiliyor musunuz? Her akşam o aileye geri dönüşünü, her akşam olmasa da pazar günkü kahvaltılarını anne-babası ve diğer beş kardeşiyle aynı sofrada yiyebileceğini hayal edebilir misiniz mesela? Çok başarılı bir kadın genel müdürün kayınvalidesi, kayınpederi ve dört çocuğuyla yaşadığını düşünebiliyor musunuz?
Bu gerçekle yüzleşme sorularını çoğaltabiliriz... Çünkü bize, televizyon dizileri, sinema filmleri, reklamlar, okuduğumuz kitaplar, sanat dünyasının magazinel sansasyonları, okullarımızdaki "başarılı birey" anlatıları, kariyer günleri, hep yukarıdaki örneklerin olmazlığını söylüyor... Kariyer, başarı, hız, rekabet, evet insanı yalnızlaştıran merdivenlerdir... Ama bu hep böyle mi olmak zorundadır? Yani bizi ekonomik anlamda, sosyolojik olarak, medya olarak, sanat olarak dizayn edenler, başarıyı tarif edenler, niçin aileyi hep göz ardı ettiler, yük, ayak bağı olarak... Bireyi yapayalnızlaştıran bu ön-kabulleri, niçin birer olmazsa olmaza dönüştürdük.
Bir de bunlar, yani bu pek havalı statüler, gelip geçicidir, belli bir yaştan sonra emekliliktir gelecek olan, alttan gelenler her zaman sizden daha bıçkın ve daha hırslıyken, sizin belli bir süre sonra geriye çekilmenizdir zaten doğal olan, bu tür rekabet ortamlarında... Hatta günümüzün kariyerist tasarımında emekliliği bekleyene bile acınır ancak. Bu havalarda, en üstlerde dolanmak asla uzun süreli değildir...
Peki sonra ne olacak?
Ailesizlik, akrabasızlık, hatta komşusuzluk, arkadaşsızlık bile öyle ağır yüklere dönüşür ki insan için. Kendinizi günlerce konuşmamış, günlerce kendi sesinize bile yabancı bir halde buluverirsiniz...
Kitaplarını severek okuduğum emekli bir Fransız akademisyen, bazen 24-25 gün oluyor hiç kimseyle konuşmadan geçirdiğim diye anlatırken şaşırmıştım. Bir oğlu varmış fakat onun da işleri çokmuş... Annesini aramaya pek vakti olamıyormuş. Kadın felsefeci düşünceler ve kavramlarla uğraşırken yıllar bir çeşmenin hiç bitmez zannedilen suları gibi akmış akmış... Onu küçük evinde düşünceleriyle baş başa ve nükleer anlamda yalnız bir yaşlı olarak dinlemek, ne kadar da üzücüydü...
"Her dağın kışı başka olur, ne ki en yüksek olanların başındaki kış, hiç ses geçirmez bir karanlıktadır..."