Benim yazar olarak tuhaf bir kaderim var.
Bâzı genel problemlerimize karşı önerdiğim çözüm yolları önce ya umursanmıyor ya küçümseniyor; ama aradan yıllar geçdikden sonra bir de bakıyorum ki bir ilgili benim yıllar önce sunduğum teklîfi (herhâlde aylarca tefekkürden sonra!) “nihâyet” keşfederek adını târîhe muhtemelen altın harflerle yazdırıyor.
Bunu belirtirken kendimin müdhiş bir dâhî olduğunu ve benim kâbıma başkalarının ancak yıllar sonra erişebildiğini iddia etmek gibi bir niyetim yok. İşin orası zâten öyle ama bu tür meselelerle alâkası yok. Çünki benim “Ankara’ya” sunduğum çâreler, aslında orta seviede zekâ ve sağduyu sâhibi herkesin fazla zorlanmaksızın bulabileceği hususlar.
Bir örnek vereyim de ondan sonra aktüel konuma geçeyim:
Belki daha önce değinmişimdir bile, 1974 Kıbrıs Harekâtı’ndan sonra Rahmetli Ecevit’e, eğer Anadolu’dan ve denizaltı yoluyla Kuzey Kıbrıs’a bir su ve bir enerji hattı döşenirse kısa sürede “bütün” Ada’nın elimize bakacağını ve Doğu Akdeniz’deki bu “batmaz uçak gemisi”nin hükmümüze geçeceğini söylemişdim. Zâten Büyük Britanya’nın Güney’deki Akrotiri ve Dhekelya askerî üslerini, bugün ekonomik bakımdan artık ağır gelse de hâlâ inatla elinde tutmasının sebebi de budur.
Bülent Bey, her zamanki gibi “büyük ilgi” numarası yaparak beni dinlemiş, ama anlaşılan bir kulağından girip öbüründen çıkmışdı. Zîrâ bu masraflı işin kendisine “oy” olarak bir getirisi yokdu. “Kıbrıs Fâtihi” (sevsinler!) olmak ona yetiyor da artıyordu bile. Asıl “fetih”in bu olduğunu idrâk edemiyordu.
Neyse, sonra çalışdığım muhtelif gazetelerde de en az on oniki kere yazdım ama ipleyen olmadı.
Tâ ki birkaç ay önce Ulaştırma Bakanımız aynı fikri (tabii ki benimle zerre kadar ilgisi olmayarak) kendi keşfedip muallâ matbuatımız tarafından göklere çıkarılana kadar! Ben Sayın Bakanın bunu bizzat keşfetdiğine hakıykaten inanıyorum. Çünki esâsen kör kör parmağım gözüne bir iş. Sâdece üzerinde bir mikdar imâl-i fikreylemek lâzım.
Şimdi (eğer Ankara Bürokrasisi mûtâden ham-hum-şaralopa getirmezse) 2015 gibi hayâta yansıyacak.
Oysa 1976’da gerçekleşseydi Doğu Akdeniz’de târîhin seyri de epeyi değişebilirdi.
Rumlar suyu da elektriği de bizden almaya mecburlar. Yunanistan’dan gelmesi imkânsız!
Ne demiş simit almak isteyip de “si...si...si..si...” diye kelimeyi bir türlü tamamlayamayan kekeme, fırıncıya?
“Sittir et, ekmek ver!” demiş...
Şimdi uygulamaya konulan eğitim reformu da öyle!
1980’lerden beri şunu yazıyorum:
Bizde bir ders yılı 180 günden, Batı’da ve Çin ile Japonya’da artı/eksi 220’günden teşekkül eder.
Onun için bir Türk çocuğu, 12 yıllık eğitim sonunda toplam 5.400 saat, onlarda ise, 1.200 fazlasıyla, 6.600 saat ders görür.
Şimdi nihâyet uyanmışlar ve günlük ders saatini 5’den 7’ye çıkarmaya karar vermişler.
Kendilerini tebrîk ediyorum ama bu çifte tedrîsatla günlük ders saatini yediye yükseltirseniz ikindici çocuklar eve ancak geceyarısına doğru dönebilirler!
Onun için “TEKRÂREN” öneriyorum:
Hiç değilse yeterince dershâne olana kadar günlük ders saatini arttırmayın ama yıllık ders günlerini arttırın! O ders günlerinin zâten 220’ye çıkması şart!
Yoksa Batı’ya karşı nal toplamaysa devâm ederiz.
Ama şimdiden dört hafta eklerseniz, yıllık ders sayısı günde beşer saatden de yükselir!
12 yılda 940 saat ek ders kazanırsınız!
Ama o zaman “doğru” bir iş yapmış olursunuz.
Ankara’da yaygın bir inanç var ki buna göre doğru iş yapmak “günah” değildir!
Hattâ “vâcib”dir!