Kayseri'deyim. İl Millî Eğitim Müdürlüğü'nün davetiyle öğrencilerle bir araya geliyor, hayata, yazıya ve kalbe dair sohbetler ediyoruz. Yanımda oğlum da var; programlardan sonra birlikte geziyoruz şehri. Ama gezerken gözümüz rastgele gezinmiyor, gönlümüzün pusulası devreye giriyor.
Algıda seçicilik; ne varsa medrese, türbe, kitabe, mihrap, taç kapı... Ayaklarımız bizi hep geçmişe, hep manaya götürüyor.
Ayakta kaldığımızca dolaştık. Ama derman tükenince bir "soluklanma" aradık kendimize. Yine gözümüz tarihi bir mekâna ilişti. İçeri girdik. Kapısından adım atar atmaz bir ihtişam karşıladı bizi.
Geometrik Selçuklu motifleriyle bezenmiş taç kapıdan geçtik. Kare avlunun etrafında dizilmiş talebe hücreleri, doğudaki ana eyvan... Hunat Hatun Medresesi.
Oğlumun ilk dikkatini ney atölyesi çekti, daldı içeri. Ben ise fotoğraf makinemle taşlarda, desenlerde, ışıkta medeniyetin izini arıyorum. Ama sonra fark ettim ki burada sadece taş konuşmuyor.
İnsanlar da var; kıymeti bilinmemiş ustalar, sanatkârlar, gönül erbabı...
Ayaküstü tanıştık. Bir sohbet başladı ki oturmayı unuttuk.
Kalemkâr, ebruzen, neyzen, tesbih ustası, hattat, ressam...
Her biri Anadolu'nun bağrında bir cevher gibi.
Rahmetli Akif Emre'nin dostlarıymış meğer. Aramızdaki mesafe bir anda kalktı. Hâl ve kelâm, tanış olmadan dost etti bizi.
Ama sonra sustular bir an. Ardından içlerindeki sızıyı döktüler!
"Sesimizi kim duyacak? Sanatımız devlete neden emanet edilmiyor? Bizden olan, neden öteleniyor?"
Dertliler.
Çünkü onların çizgilerinde 'anlam' var; batının sanatında arayıp da bulamadığınız 'mana' var.
Dertleri "gündem olmak" değil; devlete kalıcı hizmet sunmak.
Ama duyulmuyorlar.
Çünkü bu ülkenin sanat kürsüleri hâlâ batıdan devşirme soyut heykellerin, çıplak enstalasyonların, kendi toplumuna tüküren sinema filmlerinin tekelinde.
Çünkü biz hâlâ kendi değerimize kompleksle bakıyoruz.
Çünkü hâlâ 'bizden olan'ı görünce utanıyor, 'onlardan olan'a hayranlık duyuyoruz.
Oysa yetmedi mi?
Yetmez mi bu ucuz hayranlık? Yeter bu aşağılık kompleksinin estetize edilmiş hâli.
Artık bizden olanlara dönmenin, o Anadolu'nun alnı terli, gönlü diri sanatçılarını merkeze almanın zamanı geldi de geçiyor.
Devletin kültür politikasında hâlâ "kim daha çok PR yaptıysa" mantığı hâkimse, bilin ki sanat değil, sahne yönetiliyor.
Oysa bu insanlar PR değil, iz bırakmak istiyor.
On yıllar, yüzyıllar boyunca bu milletin hafızasında yer etmek istiyorlar. Gösteri değil, izzet peşindeler. Geçici alkış değil, kalıcı hizmet arzundalar.
Sanat, milletin şahsiyetidir. Sanatına değer vermeyen millet, kendi varlığını kıyıya vurmuş demektir.
Ey karar verici makamlar, ey kültür politikası yapanlar! Artık bu ülkenin "kendi çocuklarını" tanıyın. Onlara devletin kalemini verin, mührünü teslim edin. Bu millete şahsiyet kazandıracak olanlar onlar çünkü.
Ve ey millet! Kendi sanatçını alkışlamayı öğren. Kendi değerine saygı duymayı bil. Çünkü biz bizden olanı destekledikçe, sadece sanat değil, kimlik de ayağa kalkar.
Bu insanlar ise bizden. Bizim gibi düşünüyor, bizim gibi hissediyor.
Ve biz hâlâ, başkasının libasını giyinmiş soytarılara alkış tutuyoruz. Hâlâ kendi adamımıza değer verirsek "taraflı oluruz" korkusuyla susuyoruz!
Kendi değerine sahip çıkmak, kendi insanını yüceltmek, kendi kültürüne omuz vermek... Bu millet, başkasının penceresinden kendine bakmaktan vazgeçmedikçe ne sanatını ayağa kaldırabilir ne de şahsiyetini.
Kültür ve sanat, iz bırakmaktır.
Kendi kemerini görmeyen, batı vitrayının gölgesinde medeniyet arar.
Ne zaman ki bizden olanı küçümsemeyi bıraktık, işte o zaman sanat da şahsiyet de yükselecek.