Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı dönem Başkanı Pia Kauma'nın ülkemizi ziyareti sonrası yapılan bir basın toplantısında işittim bu kelimeyi; ''mahcubiyet'...
TBMM Başkanı Prof. Numan Kurtulmuş'un riyasetindeki basın toplantısında ekranlardan seyrettiğimiz kadarıyla konu Gazze'deki ateşkese gelmişti, şimdiye kadar Netanyahu ve çetesinin Gazze'de işlediği soykırıma karşı sessiz kalan ülke yönetimleri için kullandığı cümlede geçiyordu ''mahcubiyet'...
Doğrusunu isterseniz şaşırdım, hem siyaseten hem de diplomatik açıdan duymaya çok da alışık olmadığımız bir kelimeydi zira 'mahcubiyet''. İsrail'in soykırımı karşısında suskun kalan ülkeleri, idarecileri, ''mahcubiyetleriyle kalsınlar' şeklinde tasvir ettikten sonra, dünyada yeni bir barış ve yeni bir barış için icap eden koşullardan bahsetti.
Gazze'de yaşananlar dünyanın vicdanına değdi... Dünya halkları ve pek çok ülke yönetimi bu soykırımın karşısında yer aldı, ayağa kalkarak yürüyüşler, protestolar düzenlediler. Bir 'insanlık cephesi' kurulmuştu Gazze'de yaşananların ardından, bir itiraz avazı yükselmişti yeryüzünden. İşte tam da buydu mahcubiyet! Yaralanan, parçalanan, bombalanan, çocuğunu, annesini, evini, yurdunu kaybeden bizler değildik belki ama mahcubiyetle ayağa kalkarak, mazlumların onuru için ses yükselttik...
Mahcubiyet, edebiyattaki, sanat ve psikoloji kitaplarındaki anlamlarının ötesinde (daha çok haya ve edep üzerinden anlatılır), politik bir anlam kazandı bu beyanatla kanımca ve bundan çok memnun oldum. Çünkü utanç kavramı ne kadar nesnel ve dışsal bir çerçeveye işaret ediyorsa, mahcubiyet bir o kadar içsel, belki terbiyeye dair belki de kültürel, ama en çok da kişiliğin, karakterin bir parıltısına işaret ediyordu. Utanç bir sonuç olarak tarihsel iken, mahcubiyet insanı daha onurlu bir duruşa doğru teşvik eden bir süreç olarak devamlılık arz eder, ahlakın bir parçasıdır, bir son değildir, yaşamı bütünüyle etkiler. Utançta tespit ve yafta takma varken, mahcubiyette vicdani bir reddiyenin eyleme dönüşme aşaması vardır. Utanç maziye, mahcubiyet ise geniş zamana bakar.
1930'lardan 1945'lere kadar aktif olarak dünyaya meydan okuyan Alman şovenizmi, en ziyadesiyle Yahudileri tehdit etmiş ve ciddi bir soykırıma imza atmıştı. Bunun için üretilen soykırım sosyolojisi ve kültüründe ''utanç' temel bir sonuç olarak tekrarlanır. Ve sadece ırkçılığı türeten Alman şovenizmi değil, herkes aşama aşama Yahudi soykırımı karşısında suçludur ve utanç duymalıdır sonucuna ulaşılır. Buradan Yahudi soykırımının dünyadaki tek soykırım olduğu tabusu türetilmiştir ki, bu da 'utanç' yaftasıyla ilgilidir. Bu utanç bilimsel düzeyde sosyoloji, politika ve felsefede o kadar ayrıntılı şekilde anlatılmıştır ki, soykırım dendiğinde insanlığın aklına sadece Yahudilerin uğradığı insanlık suçu gelmelidir gibi bir sonuç çıkmıştır.
Çünkü utanç çok ağır bir yük, taşınmaz bir sondur. Yargıdır. Kesin hükümdür. Yahudi olmayan herkes bu utançtan payını almalıdır, alır da...
Utanç, 2. Dünya Savaşı'ndan bu yana, hem insan haklarının, hem ırkçılık karşıtlığının temel parametresi olageldi...
''Mahcubiyet' ise, Gazze'de iki yıla yakındır süren İsrail soykırımını reddeden, dünyada vicdan taşıyan insanlık cephesini kuran ve devamını da getirecek olan yeni bir parametredir. Kesin hüküm değildir. Bitmiş bir yargı değildir. Adalet mekanizmalarının yetersizliğini yüze vurmuştur. İşgalci tarafından insan onurunun nasıl da tartışılabilir hale indirgendiğini ve vicdanın buna itirazını anlatan bir kavram olarak mahcubiyet, utancın eylemsizliğine ve kararlığına karşın, eylemlilik arz eder ve giderek yükselen bir kreşendodur.
Gazze'deki soykırımın sonuçlarını önümüzdeki dönemlerde çok daha güçlü şekilde göreceğiz inşallah... Allah mahcubiyet duygusunu yitirenlerden eylemesin!