Antik Yunan'ın, Helenistik medeniyet ve kültürün ünlü filozoflarından Parmenides, 'Mükevvenâtta, / evren'de değişen hiçbir şey yoktur. Varlık, mutlak olarak kalıcıdır, süreklidir, yok edilemez; o ezelî ve ebedîdir; kendiliğinde var olmuştur, onda hareket ve değişme yoktur.' derdi.. Buna karşı Miladî-19. YY. Alman felsefesinin ünlü ismi Hegel ise, 'insan, kendisinin bilgisi dışında olan, kendisinin yaratmadığı ve insandan bağımsız olan bir dünyada yaşamaktadır; bu varlık âlemi, insan zihninin eseri değildir; bilgimizin nesneleri , bizim zihinlerimiz tarafından yaratılmamıştır.' diyordu.
Tamam da, 'Bütün bu mükevvenât /yaratılmışlar /varlıklar âlemi nasıl olmuştur?' suali yine cevabını bulamıyordu.. Kendilerini her şeyi deneyerek elde edecekleri sonuçlara göre anlayabiliriz zannıyla, 'tecrübî ilimler'e veren ve 'pozitivist' olarak niteleyen materyalistler, 'Ne, nasıl yaratılmış veya var olmuşsa olmuş; biz bu konuyu tartışmayız; bu konu bizi ilgilendirmez, ilgilendirmemelidir. İyisi mi, biz nasıl yaşayacağımıza bakalım..' diyorlardı.. Bu görüşlerin en ileri temsilcilerinden sayılan August Comte, 19. YY. ortalarında, epeyce fırtınalar estirdi, 'Hayatta en hakikî mürşid, tecrübî ilimlerdir..' diye bir formül icad etti; nicelerini de bu görüşlere cezbetti ama, sonunda, söylediklerinin bir inanç halinde benimsenmemesi halinde süreklilik ve kalıcılık sağlayamayacağını görünce, 'La religion d'Humanité' / İnsanlık dini' diye bir 'inanç' sistemi icad etmeye kalkıştı ve o din için bir mâbed de tesis etti ve kendi inananlarının, o mâbede hangi günlerde geleceklerini ve neler yapacaklarını' kurallara bağlamaya kalkıştı.. Ama, bu 'din', onun kendi ölümünden önce öldü. Ne var ki bir kısım materyalistler , tecrübe edilemeyen şeylere inanılamayacağını, bazı toplumlara zorla kabul ettirmeye kalkıştılar ve bir takım isimlerin sonuna eklenen '...izm'lere tutunmaya çalışan diktatör tipleri de görüldü, hele de son 150 yıl boyunca.. Ve o 'izm'ler putçu ideolojilere veya o 'izm'lere isimleri verilenler de 'put' kişilere dönüştüler; bunlarla da yetinilmeyen niceleri de ne kendi nefislerini putlaştırdılar, kendilerine tapındılar ve taptırdılar.
Halbuki, bu konular, insanlığa ' Enbiyaullah / ilâhî peygamberler' eliyle sunulan ilâhi mesajlarda, 'bütün her şeyin Allah tarafından yaratıldığını' anlatıyorlardı.. 'Lailâheillallah/ Allah'dan gayri hiçbir ilâh yoktur' ibaresi, insan için, gerçek bir kurtuluş ve özgürlük manifestosu halindeydi.. Ancak, 'Ezelden ebediyete, ilk ve son gibi bir kayıtla sınırlı olmayan ve her şeyin Yaratıcısı olan bir 'tek' 'Tanrı'nın olduğu' inancını materyalist filozoflar ve onların takipçileri bir türlü kabullenemiyorlardı.
Kur'an-ı Mubîn'deki İhlâs (Kurtuluş) Sûresi bu konuları en net anlatmaktadır. Ve bir çok sûrelerde de insanların 'öldükten sonra diriltilecekleri' haberi verilir.. Ve, kezâ, 'İnsanoğlu başıboş bırakılacağını mı zanneder?' ihtarları yapılır.
Evet, bütün Enbiyaullah, insanları sadece Allah'a, tek olan Yüce Yaratıcı'ya teslim olmaya çağırıyorlar ve insanı 'Yaratan' tek ve ezelî ve ebedî bir Yaratan'dan gayri, ve onun koyduğu hükümlere karşı, mükevvenâta, kurallar, hükümler koymaya kalkışanların sahte ilâhlar olduğunu anlatıyorlardı.
Bu konulara, geçen yüzyıllardaki kendi kültürümüzün ârifâne bakış sahipleri, 'Bu âlem, âlem-i ezdad'dır, zıdlar âlemidir..' derlerdi.. Her şey, başta 'varlık ve yokluk' olmak üzere, 'hayat / ölüm; iyilik / kötülük, hayır / şerr, adalet / zulüm' her şey kendi zıddıyla kaimdir; zıddı olmayan sadece Allah'tır. Şeytan ise, bu zıdlar âleminde, Allah'ın yaratış dengesinin gereği olarak yaratılmış ve isyan etmekle vazifelendirilmiştir..' derlerdi.
Bazılarına karışık gibi gelir, ama, Müslümanlar bütün bu konuları, 'Amentü' (İman ettim) diye başlayan metinin içindeki ölçüler içinde hallederler ve bu 'bildirim' metnini hayatlarının temel formülü olarak kabullenirler.
Evet, hayatın ve ölümün ve mükevvenâtın sırrını, Yaratıcısı'nın bildirdiği ölçüler içinde öğrenmek isteyenler için, hiç de çetrefilli olmayan, kalblere itminan ve huzur veren bir 'Din..'
Bu, bütün Enbiyaullah'ın eliyle insanlığa sunulan dinin adı olan 'İslam''dır.
Ama, Müslüman olduklarını söyleyen veya Müslüman oldukları sanılan niceleri bile, bu teslimiyeti, nefislerine, içlerindeki 'benlik putları'na bir türlü kabul ettiremezler..
Mısır'lı ünlü yazar ve siyaset adamlarından Haseneyn Heykel'in hatırâtında yazdığı bir vak'a ilginçtir: General Necîb liderliğindeki 'Hür Subaylar Hareketi'nin 1952'de yaptığı ve Kral Faruk'un devrildiği ihtilalin İkinci Adamı ve Eylûl-1970'e kadar sadece Mısır'ı değil, hemen bütün Arab toplumlarını derinden etkilemiş olan Cemal Abdunnâsır birgün, Haseneyn Heykel'le birlikte, Kahire'nin lüks otellerinden birinin teras katında oturmakta ve aşağıdan gelen uğultunun da etkisiyle sessizce aşağıyı temaşa etmektedir, konuşmaksızın..
Nâsır, bir ara, 'Heykel, Allah'a inanıyor musun?' der..
Bu beklenmedik sual karşısında, Heykel, 'Bu hususta sizin gibi düşünüyorum, Reisim. ' diye karşılık verir.
Bir-kaç dakikalık sessizlikten sonra Nâsır tekrar sorar.. 'İyi de, ölümden sonrası hakkında ne düşünüyorsun?'
Haseneyn Heykel, 'Bu hususta da sizin gibi düşünüyorum, Reisim..' der.
Yani, ikisi de şüpheler cenderesi içindedirler..
Evet, ölüm, herkesin zihnini meşgul eder, ama, inananlar rahattırlar, ölümden sonrasına inanmayan materyalistler ise... Acınacak bir inatla, benliklerinin cenderesinde kıvranıp dururlar.
Son üç haftaya yakın zamandır, kamuoyu, Sırrı Süreyya Önder'i, geçirdiği ağır bir kalp krizi sonrasındaki gelişmeler çerçevesinde, daha bir yakından tanıdı, denilebilir..
Sırrı Süreyya, 18 gün süren tedavisi sonunda vefat etti.. Dün Levent'teki Barbaros Hayreddin Paşa Camii'nde İkindi sonrasında kılınan cenaze namazından sonra Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi.
Ben de gittim cenaze namazına. Çünkü, onun, ülkenin terör belâsının bertaraf edilmesindeki çabalarının samimiyetine inanıyordum ve o temenninin ve gönül birliğinin yansıması olarak orada olmaya karar vermiştim.
Sırrı Süreyya Bey'le şahsen hiçbir tanışıklığım olmamıştı, ama, son 30 sene boyunca yazılarıyla, tv. programlarındaki sohbetleriyle tanıyordum ve gördüğüm kadarıyla sınırlı bir sempati de besliyordum. Çünkü, onun dünyaya bakışını yansıtan söz, yazılarında, benim inandığım değerlere saldıran bir tavrını görmemiş ve işitmemiştim.. Adıyaman'da yetişmiş, (A. Öcalan'ın belirtmesiyle) bir Türkmen çocuğu olan Sırrı Süreyya'nın aile çevresi de, -dünkü anma toplantılarında görüldüğü kadarıyla, annesi, kızkardeşleri- genelde, nasıl bir inanç çerçevesi içinde yetiştiğini gösteriyordu..
Bu bilgi veya intibalarla, onu, 'Allah rahmet eyleye' diye anıyorum..
Cami içi ve çevresinde onbinler vardı..
Ancak, yakın çalışma arkadaşlarının ısrarla, böyle bir rahmet dilemek sözünden kaçınmaları ilgimi çekti.. O kalabalık kitlelerden azımsanmayacak bir bölümü de 20-30 yıl öncesine kadar Kemalistliğin ve laikliğin gereği olarak böyle niyazlardan dikkatle kaçınan ve cenaze namazlarını bile uzaktan seyreden taifeyi hatırlatırcasına bir tavır içindeydiler..
Halbuki, Sırrı Süreyya Bey, bu gibi İslamî gerekleri yerine getirmekte ve İslamî ıstılahları, / İslamî terminolojiyi yerli yerinde kullanacak kadar dikkatli birisiydi..
Dün, AKM'deki anma toplantısından çıkarken, CHP Gn. Başkanı Özgür Özel'in tuhaf ve düşündürücü bir saldırıya uğramasına şaşırdım ve üzüldüm. Neyse ki, hem yaralanma olmadı, hem de saldırganın ilk belirlemelere göre psikolojik problemleri olan birisi olduğu kanaati daha ağır basıyor..
Ancak bazı tv. kanallarına, 'Niye hep CHP liderlerine saldırı yapılıyor?' gibi tuhaf sorular da soruldu.. Ecevit'e birisi Amerika gezisi sırasında iken ve diğeri de ülkede 1-2 kez, isabetsiz ateş açılmaları hatırlatıldı.. Yani, mazlumiyet veya mağduriyet tek taraflı hatırlatıldı..
Halbuki, 10 yıllık Başvekil Adnan Menderes'in ve iki 'Bakan'ının 'millet adına...' denilerek asılarak idam edilmeleri hatırlanmadığı gibi; Süleyman Demirel'in 1976'larda Başbakanken Başbakanlık önünde uğradığı bir yumruklu saldırıda yere düşüp burnunun kırılması ve merhum Turgut Özal'a sıkılan kurşunun da, Özal'ın kafasından 2-3 cm. uzaktaki mikrofona çarpması hatırlanmadı bile..