"Yeni Türkiye" güzergâhının 23 Aralık 1918'de  toplanan "Şark Konseyi"nde belirlendiğini ve Saltanat'ın da bu sebeple  kaldırıldığını şöyle aktarmıştık:
https://www.star.com.tr/yazar/curzonun-1919-ocakta-yaktigi-ates-turk-milletini-hala-yakiyor-yazi-1921257/
https://www.star.com.tr/yazar/bolum-2-saltanat-bugun-kalkacak-ihtimal-ki-bazi-kafalar-kopacak-yazi-1902218/
Konsey kararlarının böyle adım adım  uygulanmasını sağlayan Londra, son adım olan Hilafet'in kaldırılması için ise, 24  Temmuz 1923 tarihinde imzalanan "Lozan Antlaşması"nı tam bir yıl bekletmiş;  hatta Türkiye Cumhuriyeti'ni bile tanımamıştı! Nitekim Ankara, 101 yıl önce (3  Mart 1924) Hilafeti kaldırmış ve İngiliz Parlamentosu da Lozan Antlaşmasını, 16  Temmuz 1924'te onaylamış ve Cumhuriyet'i de nihayet tanımıştı!
Yani Ankara'nın, "Kuruluş Süreci" dedikleri  Lozan'da verilen söze istinaden, Haçlı Siyonist Batı karşısında ebediyen  mağlubiyetin imzası anlamına gelen "İlga"ya imza atmıştı! 
Peki, bu "zorunlu adım"dan tamamen ayrı bir  karar olan "Hanedanın Kovulması" fecaatinin sebebi neydi?
Zira, Saltanat 516 gün önce (1 Kasım 1922)  kaldırılmış ve 6 asırlık Osmanlı hanedanı sıradanlaştırılmıştı! Peki zaten  mağdur edilen çoğu kadın ve çocuktan oluşan 100 civarındaki Osmanlı bakiyesine bu  zulüm neden reva görülmüştü?
Batı'nın, yüzyıllarca yenemediği için duyduğu  kin ve nefret, neden bizzat Türk Meclisi'nde tezahür etmişti? 
"KEMİKLERİNİ DE DIŞARI ATALIM"
Osmanlı'nın yetiştirdiği paşaların Osmanlı öfkesi, 3 Mart 1924  günü TBMM'de, "cinnet" noktasına ulaşmıştı. Bu mebusları dinleyen, "Bunlar kimin vekili" diye düşünürdü!
Süleyman Sırrı (Bozok), Osmanlılardan geriye  kalmış birkaç kadın ve çocuk hakkında "Bunlarda kesilmiş kuyruk acısı vardır. Sadece  büyüğünün değil; en ufağının bile memleketten gitmesine taraftarım" diyordu.  Osmaniye Mebusu İhsan Bey ise hayattakilere yaptıkları zulmü yeterli görmüyor, "Ölülerinin  kemiklerini bile mezardan çıkarıp atmak lazım gelir" diyerek  yedi düvelde bile görmediğimiz bir nefret kusuyordu![1]
"Her  şeyi hallettik de bu mu kaldı? Hilafet gücünü elden kaçırmayalım" dediği için "Adi adam... İn aşağı" hakaretlerine maruz kalan tek bağımsız mebus  Zeki Bey, "Hanedanın; iki sırmalı uşağı ile maiyetindeki sekiz askerden mi  korkuyoruz? Bu insanları ecnebi diyarına atmaktansa en azından Etlik'te bir  köşkte oturtabiliriz" demişti  ama kimse duymamıştı![2]
KADINLARA DA ACIMAMIŞLARDI!
Birkaç arkadaşıyla birlikte "Kadınlar  sürgünden muaf tutulsun" teklifi veren Ahmed Muhtar Bey söz  alarak, teklifini, makul gerekçelerle sunmuştu: 
"Hilafeti lağvettik, hanedanın erkeklerini de  istisnasız memleketten çıkaracağız. Ancak kadınları da sürmenin neticesini iyi  görmüyorum. Bir zamanlar yüksek saydığımız kadınların öteye beriye fena ahlâk  sülûk etmelerine sebep olacağız. Bunları kovmayalım."[3]
Gel gör ki, milleti ve milletin vicdanını  temsil etmeyen bu Meclis, zaten bu kararları alması için oluşturulmuştu! Hemen  söz alan Kütahya Mebusu Ragıp (Soysal) Bey "Efendim,  hanedanın çocuklarını ve kadınlarını düşünürken, benim gözümün önünden bundan sekiz  yüz sene sonra gelecek ahfadı ve dökülecek kanlar sinema şeridi gibi geçiyor" diyerek  nefreti tazelemişti![4]
Nitekim Muhtar Bey'in "Kadınlara merhamet"  önergesi reddedilmiş, hanedanın; kadın-çocuk hatta uzantılarıyla birlikte sürülmesine  karar verilmişti! Ayrıca, yurdu terk etmeleri  için sadece 10 gün süre verilmişti! Acaba bu paşalar, başka bir vilayete  tayin edildiğinde kaç gün 'mehil müddeti' kullanıyordu?
Büyük bir kahramanlık yaptığını düşünen  mebuslar, Miraç gecesi öncesine tekabül eden o akşam "Yahudinin Gazinosu"na  giderek, temsil ettikleri millete karşı kazandıkları bu zaferi(!) kutlamıştı! Başvekil  İsmet Paşa da, birkaç gün sonra (7 Mart akşamı) yine "Yahudinin Gazinosu"nda  bazı kabine üyeleriyle kurdukları uzun masada, rakı içerek "kutlama" yapmıştı![5]  
SEÇTİKLERİ HALİFENİN ÖLÜSÜNÜ BİLE KABUL ETMEDİLER!
Akıbetini, günler önceden fark eden  Abdülmecid Efendi de Sultan Vahideddin Han gibi, Avrupa'ya değil; İslam ülkelerinden  birine gitmek istemişti. Bu talebini dikkate almadıkları gibi; Resmî Gazetede  yayınlanmasını bile beklemedikleri  kanundaki  on günlük süreyi dahi çok görmüşlerdi. İstanbul Valisi Ali Haydar Yuluğ'un hemen  o akşam "Millî iradeye itaat etmezsen  zorla götürürüz" tehdidi üzerine bütün aile 1,5 saatte hazırlanmak zorunda  kalmıştı! Miraç Kandili dahi dinlemeden; üç taksiye bindirilen son Halife ve  ailesi, trenle İsviçre'ye gönderilecekti! 
"Millet adına" deseler de, gecenin o saatinde  bile "halk protesto eder" endişesiyle Sirkeci Garı'na değil, şehir dışındaki  ıssız Çatalca istasyonuna götürmüşlerdi. 
Vahideddin Han'ın haklılığı, 15 ay gibi kısa  bir süre sonra ortaya çıkmış, Ankara'nın Osmanlı nefretinden o da payını almış,  sürgün hayatı, 9 Mart günü başlamıştı.
Grand Hotel'in masraflarına daha  fazla katlanamayınca, 7 Ekim 1924'te Nice'ye taşınan Abdülmecid Efendi,  Vahideddin Han'a 2 saat mesafede "sürgün komşusu" olmuştu!
"Ankara Halifesi"nin sürgün çilesi 23 Ağustos  1944'te Paris'te sona ermişti. Sanki her bakımdan, amcazadesini izliyordu. Zira  O'nun gibi hayatı sona ermişti ama çilesi bitmemişti! Çünkü, "Ölünce bari İstanbul'a götürün"  vasiyeti Ankara'ya iletilmişti ama kimse oralı olmamıştı. 
Abdülmecid Han'ın cenazesi, Paris Büyük  Camii'nin küçük bir odasında yıllarca "izin" beklemişti! Tam 10 yıl sonra cami  yönetiminin "Alın artık" isyanı üzerine Medine'ye götürülen  Abdülmecid Efendi, 30 Mart 1954 tarihinde Bâki Kabristanı'na defnedilmişti.  Vehhabiler dozerle dümdüz ettiğinden mezarı bile kalmamıştı! 
SÜRGÜNÜN ASIL AMACI "YAĞMA" İMİŞ!
Şehzadeler, sultanlar ve  sultan çocukları ile hanımları, padişah hanımları ile damatlardan oluşan 155  kişiyi, vatandaşlıktan çıkarmış, "Neyiniz  varsa 10 gün içerisinde satın, yoksa el koyacağız" demişlerdi. Nice  gayrimenkuller ve paha biçilmez eserler, İttihatçılar ve Yahudi işbirlikçileri  tarafından adeta yağma edilmişti!
Parasız hatta pasaportsuz  olarak kovulan bu insanların, kendi mülkleri olan Osmanlı coğrafyasından  "transit" geçmeleri bile yasaktı. Her biri tarifsiz sıkıntılar çekmiş,  birbirinden acı dramlar yaşamıştı. Avrupa parklarında sürünen hanedan  mensuplarını seyreden Haçlılar, adeta intikam alıyordu. Özellikle Avrupa'ya  gönderilmelerinin sebebi de buydu.
Yaşanan dramlardan birkaçını özetleyelim.
"ŞU KÖPEK  BENDEN BAHTİYAR!"
Şehzade Ömer Faruk, Halife Abdülmecid  Efendi'nin tek oğlu ve Vahideddin Han'ın damadı olup; iyi yetişmiş bir askerdi.  26 Nisan 1921'de zevcesi Sabiha Sultan'ı; iki aylık kızıyla bırakıp, Millî  Mücadeleye katılmak için yola çıkmış, ancak Mustafa Kemal'in, "Gelme" telgrafı üzerine İnebolu'dan  dönmüştü.[6]  
Oysa, "Rütbemle, umumi seviyemle mütenasip bir askerî vazife olmasa da,  milletin ferdi bir nefer olarak hizmet emelinde idim" demişti![7]
1 Kasım 1922'de Saltanat  kaldırıldıktan sonra; emekli maaşı dahi bağlanmadan ordudan atılan Binbaşı  Faruk Efendi, hakkını arayabilmek için Hukuk Fakültesine kaydolmuştu ama birkaç  ay sonra son Halife babası ve biri 3 yaşında diğeri annesinin kucağında iki  kızıyla birlikte sürülmüştü!
Bir süre Lozan ve Nice'te  yaşadıktan sonra 1938'de Kahire'ye göçen Ömer Faruk Efendi, 1952 yılında  Türkiye'ye gidecek olan bir yolcunun kucağındaki köpeği göstererek, "Şu köpek bile benden daha bahtiyar" diye hayıflanmıştı. Kızı Neslişah  Sultan'ın söylediğine göre, Türkiye'yi, cennetten bahseder gibi anlatan Faruk  Efendi'nin tek hayali İstanbul'da ölebilmekti. İsmail Hakkı Danişmend'e yazdığı  bir mektupta, "İnsan emektar hizmetçisini  çıkarırken bile nerede nasıl yaşayacak' diye düşünür" demişti! Ama maalesef bu son arzusuna da kavuşamamış ve 28 Mart  1969 gecesi Kahire'de; kahır içinde ölmüştü! Neyse ki, vefalı kızı, Nisan  1977'de İstanbul'a; II. Mahmud Han Türbesi'ne nakletmişti![8]
"OSMANLI TORUNLARI 'ECNEBİ' GİBİ  YETİŞİYOR!"
Ankara'da Osmanlı'ya öyle bir öfke vardı ki,  I. Dünya ve İstiklâl harplerinde inanılmaz kahramanlıklar gösteren Şehzade  Osman Fuad Paşa'yı bile "düşmanın kucağına" sürmüşlerdi!
1911 yılında 16 yaşında  savaşmak için gittiği Libya'da Mustafa Kemal Paşa ile tanışan Fuad Efendi (V. Murad'ın torunu), farklı  cephelerde nice hizmetlerde bulunmuştu. Sonraki yıllarda orgeneralliğe  yükselmiş ve Trablusgarp Orduları Grup Kumandanı olarak tekrar Libya'ya  gitmişti. Uzun maceralardan sonra 30 Nisan 1919'da İtalyanlara esir düşmüş, 7  Eylül'de kurtularak İstanbul'a dönmüştü. 2 Şubat 1920'de Çırağan'da yapılan  düğününe, mütareke döneminde aylarca sarayda misafir ettiği İsmet Paşa da  katılmıştı. 
Fuad Paşa, 3 Mart 1924'teki "Osmanlı'ya öfke"  fırtınasına, Romanya'da tedavideyken yakalanmıştı! Kendisine gönderdiği  mektupta, "Çok esef ederim. İstisna  yapamadım. Kanun umumî idi" diye yazan Mustafa Kemal'in Meclis'teki  etkisini iyi bilen Osman Fuad Paşa, sefir vasıtasıyla, "Anadolu'ya geleyim" şeklinde bir mesaj göndermişse de hiçbir cevap  alamamıştı.
Saltanat devam etseydi 39. Padişah olarak  tahta çıkacak olan Fuad Efendi, daha 29 yaşında başlayan 49 yıllık sürgün  çilesinden sonra 1973 yılında Nice'de 78 yaşında vefat etmişti. 3 yıl önce  Hürriyet muhabiri Doğan Uluç'a verdiği mülakat zulmün bilinmeyen yönlerini anlatıyor:
"Ordu kumandanı Osman Fuad'ın; Paris'te üçüncü sınıf bir  otelden kovulacağı kimin aklına gelirdi? Revâ mıdır bize? Çeşitli ülkelerde sığıntı  hayatı yaşayan Osmanlılara çok yazık oluyor! Kimi sefalete dayanamayıp intihar  ediyor; kimi de 'Türkiye, Türkiye' diye sayıklayarak son nefesini veriyor.  Dışarıda doğan çocuklar ise yabancı mekteplerde Türkçeyi öğrenemeden,  tarihimizi, dinimizi tanıyamadan bir ecnebi gibi yetişiyor. Çok zâlim bir son  oldu."[9]
SARAYDA  SULTAN OLACAKTI, HAÇLI MEZARINA BEKÇİ OLDU
Hilafetin kaldırıldığı 3 Mart  günü eve gelen iki polis ve bir komiser, 14 yaşındaki Orhan Efendi'ye bir kağıt  imzalatmıştı. Oyuna devam etmek için hemen imzayı basmıştı ama komiserin niye  ağladığını anlayamamıştı! Sonra ailesiyle birlikte Sirkeci'ye götürülerek  Simplon Ekspres'e bindirilmişti!
II. Abdülhamid Han'ın torunu,  Şehzade Abdülkadir Efendi'nin oğlu olan Mehmed Orhan Efendi'nin böyle başlayan  sürgün macerası tam 68 yıl sürmüştü. Yaşadıklarının kaç roman veya belgeselde  özetlenebileceğini kimse bilemezdi. Saltanat devam etseydi; Sultan VII. Mehmed  veya II. Orhan unvanıyla devleti yönetecek olan Orhan Efendi'nin Fransa'dan  aldığı Seyahat Belgesi'nde, "Türkiye  hariç bütün ülkelere girebilir" notu düşülmüştü!
Nice işler yapmıştı ama son görevi  yürek yakıyordu. Zira, Nice'deki Amerikan Mezarlığı'ndaki Haçlı lahitlerini  temizliyordu!
Orhan Efendi 5 Mart 1924'te ayrıldığı  İstanbul'a; 1 Ağustos 1992 günü dönmüştü ama bir ömür hayal ettiği İstanbul,  artık onun için hiçbir şey ifade etmiyordu! Çünkü o artık hiçbir şey  göremiyordu! Çocukluğunun geçtiği Serencebey yokuşu da Çırağan Sarayı da bir  tatlı hayalden ibaretti! Topkapı Sarayı'na biletle girdiği İstanbul'dan 14  Ağustos'ta ayrılmış ve artık "asıl vatanı" haline gelen yad ellere tekrar  dönmüştü. Bu 14 gün içerisinde onu en çok etkileyen ise yine bir komiserin, "Burası sizin vatanınız, gitmeyin" derken  ağlamasıydı! 
Orhan Efendi, bu vefasız  dünyayı 12 Mart 1994 günü terk etmişti ama gidişi de çok "vefasız" olmuştu! Çünkü,  cenaze namazını Arap Mahallesi'nden bol bahşişle getirilen bir "imam"  kıldırmış, arkasında ise sadece Melike ve Emire Hanım Sultanlar ile "Katolik" kocaları  saf tutmuştu![10]
ABDÜLHAMİD  HAN'IN OĞLU AÇLIKTAN ÖLDÜ!
Ahmed Nuri Efendi, Avrupa  köşelerinde açlıktan ölen Osmanlılardan sadece biriydi! Abdülhamid Han'ın oğlu  olan Nuri Efendi, payitahttan sürüldüğünde 46 yaşında bir "Albay" idi. 20  yıllık çilesi, 1944'te; Digne'deki (Fransa) bir parkta son bulmuştu.  Cebinden, "Kimseyi suçlamayın; zira açlıktan ölüyorum. Beni Müslüman  olarak defnedin" yazılı bir not çıkmıştı.[11]
Abdülhamid Han'ın küçük oğlu  Abidin Efendi de Paris'te çok sürünmüştü ama hiç değilse ölüsü bari Müslüman  diyarında yer bulmuştu! 1972 yılında Beyrut'ta vefat eden Abidin Efendi, Şam'da  Sultan Selim Camii avlusundaki amcası Vahideddin Han'ın yanına defnedilmişti!
Hanedan mensupları öyle  dramlar yaşamıştı ki, belki de açlıktan ölmek bunların en hafifiydi. Her şeyi  Hristiyanlık hatta İslâm düşmanlığı üzerine kurulu şehirlerdeki sürgün hayatı  ilerledikçe, bu insanların yaşadığı mağduriyetler de katmerlenmişti. Hanedan  mensuplarının çektiği bu sıkıntılar Ankara'yı hiç ilgilendirmemişti.  Ecnebilerle evlilikler, zamanla değişen gelenekler... Müsebbiplerin başka  hiçbir hatası olmasaydı bile bu vebal yeter! 
BU MAĞDURLAR TÜRKİYE'YE GETİRİLMELİDİR!
Osmanlı yadigârlarına yapılan bu zulüm, Osmanlı'nın yetiştirdiği üç-beş paşanın  nankörlüğünden ibaret değildir. Vahideddin Han'ın hakaret ve tehditlerle; kendi  mülkünden kovulmasıyla başlayıp; Osmanlı'nın kökünün kazınmasıyla biten bu  zulümler, Haçlı Siyonist  ittifakın; Ehl-i sünnetin son bayraktarı olan Osmanlı'ya, kestiği bir  faturadır.
Bu absürt yasağın, kadınlar  için 1952'de erkekler için 1974'te kaldırılmasıyla, yâdellerdeki Osmanlı torunları  dönmüştür. Ancak asıl çile çekenlerin her biri bir gurbet köşesinde  yatmaktadır. 
40 yıllık terör belasından  kurtulmak için atılan adımlarla geniş tabanlı bir temel üzerine inşa edilen  "Türkiye Yüzyılı", ancak; dışarıdaki temellerimizin de yurda taşınmasıyla  mümkündür. Tek parti zulmüyle vefat eden Seyyid Abdülhakim Arvasî Hazretleri, "Bu millet Abdülhamid Han'ın ve Vahideddin  Han'ın âhını çekiyor" buyurmuştur. Âh üzerine kurulan yapı, çürük zemine  gökdelen yapmak gibidir!
Tek parti hıyanetlerinin  çoğundan kurtarılan milletimiz, bu "âh"tan da kurtarılmalıdır. Öncelikle Sultan  Vahideddin Han'ın Şam'daki mezarı "payitaht"a nakledilerek Osmanlı'nın itibarı  iade edilmelidir.  Başbakan Menderes'e gösterilen değerli itina, "Osmanlı'nın sembolü" için çok  görülmemelidir.
[1]  TBMM Zabıtları, 3 Mart 1924, s. 66.
[2]  TBMM Zabıtları, 3 Mart 1924, s. 31-32.
[3]  TBMM Zabıtları, 3 Mart 1924, s. 66-69.
[4]  TBMM Zabıtları, 3 Mart 1924, s. 67.
[5]  Eyüp Durukan, Cumhuriyet Yürüyor, İş Bankası Yayınları, İstanbul 2021, s. 110; 114.
[6] Murat  Bardakçı, Şahbaba, Pan Yayıncılık,  İstanbul 1999, s. 198-208.
[7] Cemal  Kutay, Bilinmeyen Tarihimiz-1,  Dizerkonca Matbaası, İstanbul 1974, s. 310-335.
[8] Ekrem  Buğra Ekinci, Sürgündeki Hanedan,  Timaş Yayınları, İstanbul 2017, s. ?
[9] Ekrem  Buğra Ekinci, Sürgündeki Hanedan,  Timaş Yayınları, İstanbul 2017, s. 203.
[10] Murat  Bardakçı, Son Osmanlılar, Hürriyet  Yayınları, İstanbul 2006, s. 9-32.
[11]  Ekrem Buğra Ekinci, Açlıktan Ölen Şehzade: Ahmed  Nuri Efendi, Türkiye, 10 Haziran 2019.