Aynaya baktığında kendini göremeyen bir tip dolaşıyor sokaklarımızda. İçinde çöl, yüzünde vaha. Kendi boşluğunu başkalarının hakikatine saldırarak teşmil eden, zıpçıktı reflekslerle kendine özgüven maskesi üreten bir figür.
İçten kupkuru, dıştan yüksek perdeden diskur üreten, sorumluluk almak yerine tarihe kaçan, bugünü taşımak yerine geçmişi silah yapan bir tipoloji.
Güneş açınca ortalıkta görünen, hava bozunca kaybolan gölgeler gibi.
Yara derinlerde.
Cumhuriyet'in ilk safhasında Kemalizm devlet aklının merkezî tahkim noktasıydı. Devleti biçimlendirdi, kurumları tasarladı fakat halkın ruhuna tekmil vaziyette nüfuz edemedi.
"Türkiye'nin Toplumsal Haritası" başlığıyla hazırlanan 2024 TGSS raporu, makyajı kazıyıp gerçeği yüzümüze iki kelimelik bir tokat gibi çarpıyor.
Bu ülkede en yüksek aidiyet Müslüman kimliğidir. Ardından Türk milliyetçisi gelir. Atatürkçü kimlik üçüncü sıradadır.
Türkiye'nin kimlik hiyerarşisinin tepesindeki din gerçeği, sekülerleşme tezini palyatif bir modernleşme balonu hâline getiriyor.
Halkın inanç kökü kopmuyor, yaşam tarzı değişse bile kimlik duygusu değişmiyor.
O yüzden Atatürk adı üzerinden yürüyen kimlik savaşları, sadece gençliğin ruhuna zayiat veriyor.
Aynı raporun en şaşırtıcı çukuru ise çok daha derin. Siyasi partilere güven: %8. Dini cemaatlere güven: %12.
Orduya güven: %72. Oranın bir hayli yüksek olmasının sebebi "ordu" hâlâ Atatürkçülüğün sembolik tahkim direği kabul ediliyor.
Bu yüzden Atatürkçüler kendilerini özgüvenli konumda görüyor; Müslümanlar ise kompleksli.
Zihinlerde eşitsiz bir güç algısı oluşuyor.
Oysa sol dediğimiz yapı, yörüngesini kaybetmiş, neye itiraz ettiği anlaşılmayan, teklifsiz yaşayan, kıyısına geleni yutan bir ideolojik gayya.
Ellerinden Atatürk alınsa, seyyar adresi dahi olmayan kayıp adamlar kalacak.
Bugünün solu Atatürk'ü putlaştırarak hem hükûmet aleyhtarlığı yapıyor hem de Müslümana karşı Demokles'in kılıcı olarak kullanıyor. Aynı zamanda Atatürk, solun elinde bir inanç nesnesine dönüşüyor. Dokunulamaz, konuşulamaz, sorgulanamaz bir kutsal.
Uğur Mumcu'nun acı ironisi de dipdiri. Örneğin, en az 1881 Kemalist'i kanırta kanırta kazıklamış bir adamın bunu rahatlıkla yapabilmesi nedendir?
Atatürk sol için hem hükûmete karşı sığınak hem Müslümana karşı sopa.
İslamcı refleks tam ters yönden işliyor. Atatürk'ün "Müslüman olmamasını" merkeze alarak onu İslam'a karşı bir tehdit gibi okuyor.
Böylece önce kalkan, sonra pusatlarla donanmış reaksiyoner bir tutum ortaya çıkıyor. Atatürk bir şahsiyet olmaktan çıkıp bir düşman kurgusuna dönüşüyor.
Devlet, Atatürk'ün solun putlaştırıcı diskurundan da sağın reaksiyoner öfkesinden de kurtulması gerektiğini fark edip daha dengeli bir sahiplenme dili kurmaya yeltendiğinde ise ortalık savaş alanına dönüyor.
Sonuç? Normalde ideolojik olarak birbirine düşman olan iki kesim hükûmet aleyhtarlığında birleşiyor.
TGSS'nin çarpıcı bir bulgusu daha var. Toplumun %56'sı anayasanın İslami referanslarla uyumlu olmasını istiyor. Seküler yaşam tarzını benimseyenlerin bile %36'sı buna olumlu bakıyor.
Bu, dinî duyarlılığın ideolojik değil sosyolojik hakikat olduğunu gösteriyor.
Yani Müslümanın elinde komplekse kapılmadan özgüvenli şekilde davranmasını gerektirecek ciddi karineler mevcut. Tabii ki sorumluluğu da.
Gençlik ise iki uç arasında sıkışmış durumda.
Bir taraf putlaştırılmış bir Atatürk imgesiyle baskı kuruyor; diğer taraf Atatürk düşmanlığıyla reaksiyon üretiyor.
Gençlik tarihte hiç olmadığı kadar hükûmet aleyhtarı olmuş vaziyette. Solun, İslamcıların ve gençliğin hükûmet aleyhtarlığı kesişim kümesine dönüşüyor.
İşte tam da bu yüzden iş Müslümana düşüyor.
İslam'ı terk ettiğimiz gün biz kaybettik, dünya da kaybetti. İşin başı İslam'dır.
Kaybettiğimiz her şeyi tek tek geri almadan ölürsek hem dünyaya hem kendimize yazık ederiz.
Müslümanların büyük imtihanlarını bahane edip kendi günlük Müslümanlığını terk eden adam en büyük ihaneti önce kendine eder.
Ahirette hesap endişesi taşıyan bir insan bugünün istikametini kaybetmez.
Zamanın tozuna karışmaz.