Gündemleri ardımda bırakmayı başarıyorum galiba.
Ama dündemler...
Tarihe gömülmemiş ne kadar iz ne kadar sızı varsa içimde tırmalamaya devam ediyor.
Bazen bir hurma gibi çatlatarak, bazen taşın kalbini oyan kök gibi sessizce; dündemler gölgemi bile bırakmıyor.
Bu şehirde iki güneş var.
Biri gökte duruyor; sabah doğuyor, akşam batıyor. Isısını toprağa, ışığını taşa veriyor. Herkes onu bilir, onu görür, onsuz kalamaz.
Diğeri ise mütevazı bir hücrede yaşıyor. Ne doğup batıyor ne de ışığını eksiltiyor. O, on sekiz bin âlemi ısıtan güneş. Her gönülde, her çağda, her dilde doğar. O, yalnızca Medine'nin değil, bütün insanlığın güneşidir.
Ve işte ben, bu iki güneşin bir arada olduğu şehirdeyim, Medine'de.
Gökteki güneş tenimi yakıyor, Ravza'daki güneş ise ruhumu kavuruyor.
Mescid-i Nebevî'nin avlusundayım. Ayaklarım taş zemine çıplak basıyor, alnım mermerde. Herkes gibi ben de misafirim burada.
Mescit dolu, dualar çoğalıyor, secdeler ardı ardına geliyor. Renk renk takkeler, farklı lisanlar, kınalı sakallılar, saf saf dizilmiş müminler...
Lakin bu kalabalığın içinde Aksa yok. Gazze yok. Boykot yok!
"Müslüman tepkilidir" deriz ancak Medine'de, Resûlullah'ın köyünde bile tepkisizlik hâkim.
Ziyaretler esnasında dolaşırken, gözüm tezgâhlara takılıyor.
Terör çetesi İsrail menşeli markalar her yerde.
Mescid-i Nebevî'ye birkaç adım kala, Siyonist ekonomisine katkı sağlayan ambalajlı ürünler elden ele dolaşıyor.
Ümmetin mabediyle düşmanın rafı yan yana.
Ebu Ubeyde'nin sözleri çınlıyor kulağımda:
"Sizin boyunlarınızdan ter damlıyor, bizim boyunlarımızdan kan damlıyor!"
Resûlullah'ın üç mescit vasiyetini duymayanınız var mı?
Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksa.
Bu üçlü, bir yön değil, bir bilinçtir.
Medine'de bu bilincin üçte biri unutulmuş. Hiçbir yanda yok, vaaz kürsülerinde yok, zihinlerde hiç yok.
Ravza'nın sütunları arasında dolaşırken bir eksiklik yutuyor beni.
Aksa'nın adı yok, acısı yok.
Resûlullah'ın "ümmetim" dediği coğrafya, en çok da Medine'de yalnızlaşmış sanki!
İçimde gizli bir yangın var; bir yanda Gazze bir yanda babam.
Tövbe Sütunu'nun gölgesine sığınmışken, onun sesi kulaklarımda yankılanıyor.
"Evlâdım, hacda her adımın hükmü vardır. Bilmeden değil, bilerek yürü..."
O, yalnızca babam değildi; bana Allah yolunu gösteren bir rehberdi.
Her haccı bilen, her adımı açıklayan bir alimdi.
Geçen seneydi alim de öldü, âlem de.
Beni buraya kimse değil, sen hazırlasan ne de güzel olurdu!
Ve en çok sana danışmak istiyorum, "Baba, bu secde nereye düşer? Bu gözyaşı kabul olur mu?"
Bir gece, saat 03.00.
Herkes ya istirahatte ya gözyaşında.
Ben, Tövbe Sütununa yaslanmışım.
Gözüm Resûlullah'ta.
Selam ediyorum iki cihan güneşine.
Ellerimi birleştiriyorum: "Yâ Rabbi, beni buraya getirdin, ne büyük lütuf...
Lakin lütfen Resûlullah'a benim ne kadar eksik geldiğimi söyleme olur mu?
Geldiğimi O'na haber et...
Ama sakın, günahlarımdan bahsetme!"
Resûlullah Efendimizin sözleri gözyaşımı durduruyor; birden dilimi ısırıyorum!
"Kim hacceder de beni ziyaret ederse, sağlığımda beni ziyaret etmiş gibidir."
Yâ Resûlallah... Hacdan önce geldik senin köyüne. Şimdi kirlerimizden arınmak, günahlarımızdan soyunmak için Beytullah'a gideceğiz. Sana bu ziyaretimi hac sonrası ziyaret gibi, sağlığında yapılan bir ziyaret gibi kabul eder misin? Beni o kutlu misafirlerinden sayar mısın? Şahit ol, geldim... Şahit ol, çok eksik geldim.
Ravza'dan içli bir ayrılıkla çıktık.
Kalbimiz buraya takılı kalsa da adımlarımız beldelerin en güzeline doğru, Mekke'ye.
Hacı olmaya.
Kirlerimizle vedalaşmaya.
Affa, arınmaya, Allah'a kavuşmaya...
Çarşamba günü görüşmek üzere Resulullah'ın köyünden selam ediyorum...