Bir alman yazarının (galiba Thomas Mann’ın) hoş ve düşündürücü bir hikâyesi vardır.
Ülkesinin kralını çok seven yoksul bir kişi, krala zarar gelmemesi için devamlı tedbirler düşünür ve onca yoksulluğun bakmadan, varını-yoğunu o yolda harcar ve kralın gideceği her yere, o günlerce önceden gidip, kralın geçeceği yollarda alınan güvenlik tedbirlerinde bir açık olup olmadığını kontrol eder.
Bunun karşılığında beklediği bir şey yoktur, ‘iyi bir tebâ’ olmanın gereğini yaptığını düşünür. Ve kral o şehre gelip gittikten sonra, o da ‘fahrî teftiş’lerinden döner ve evde yoksulluk içinde bekleyen hanımına, en büyük gururunu açıklar: ‘Kralımızın atı bana baktı!’
***
Bunu niye mi hatırladım şimdi?
Avrupa ülkelerindeki vatandaşlarımızdan bazılarının, yangın veyadeniz kazaları sırasında sergiledikleri fedakârlıklar vardır. Bu gibi insanî yardımlar, bizdeki medya organlarına hemen, ‘ (..filan türk…), kahraman ilân edildi’ diye yansır. Halbuki, o toplumlar, sadece kendilerine yapılan hizmet ve yardımlar karşısında böyle övgülerde bulunurlar, büyük çapta. Ama Müslüman coğrafyalarında yüzbinlerce Müslümanın kendi dünyalarınca karşısında bir de sevinirler. Bu durumda, onların övgülerinden mest olmak, bir bakıma, ‘Kralın atı bana baktı’ yaklaşımını yansıtan bir aşağılık duygusunu da yansıtır.
***
Ama benzer bir ‘kahramanlık’ bizim kendi değerler dünyamızdan birisi tarafından sergilenirse, onu görmezlikten geliriz.
Bunun ilginç bir örneği geçen hafta yaşandı, ama kamuoyumuzun haberi pek olmadı.
***
Yeni Şafak’tan Yâsin Aktay dostumuz geçen hafta ilginç ve trajik bir vak’a anlattı. Ama çoğumuzun haberi bile olmadı.
Konu şuydu:
Muammer el’Gaddafî’nin 42 yıllık rejiminin çökertildiği 2011 yazındaki silahlı mücadelelerde Bingazi halkının önde gelen isimlerinden ve Abdulazîm Milâd El’Faravî, geçen hafta İstanbul’da denizde boğulmakta olan 2 insanı kurtarmış ve amma kendisi boğulmuştu.
Abdulazîm, sıradan birisi değildi. Mısır diktatörü General Sisî’nin yardımıyla Libya’yı ele geçirmek için (ve Amerika’da uzun yıllar özel olarak yetiştirilen) Halife Hafter isimli bir eski generalin başlattığı kanlı iç savaşta, 7 ay kadar esir düşmüş ve oradan kurtulduktan sonra, karaciğer nakline ihtiyacı olan birisine karaciğerinden bir parça vermiş ve amma sonra da kendisi de rahatsızlanmış ve tedavi için ailesiyle İstanbul’a gelmişti.
***
Ve geçen hafta, ikindi üzeri aile efradıyla birlikte Arnavutköy Sahili’nde serinlikten istifade etmeye çalışırken, tanımadığı 2 kişinin boğulmak üzere olduklarının görünce, -geçmişte gemilerde kaptanlık yapmış olmanın da tecrübesiyle- hemen suya atlamış ve onları kurtarmış, ama bu kez de kendisi bitkin duruma düşerek emaneti sahibine bu şekilde iade etmiş.
Bu fedakâr Müslümandan kamuoyumuzun haberi bile olmadı. Halbuki onun sergilediği o büyük kahramanlığı ülkemizdeki bir Avrupalı yapsaydı, gündemi günlerce meşgul ederdi. Böyle bir fedakârlık kim tarafından yapılırsa yapılsın, takdir edilmeli elbette; ama, aynı iyi örneği kendi insanımızdan niye esirgiyoruz?
Bu kahraman Müslüman için, Nezir Demircan hocamızın şu mısralarını aktarayım:
Ebâ Eyyub Ensârî, bak sana el sallıyor,
Resûl’e mazhar asker, yanında yer açıyor..
Sana ölü diyemem, burnumda hoş râyihâ..
Şehadet seni buldu, rûhuna el’Fatiha!.
Şûle Yüksel Hanımefendi’nin ardından
Bu yazının noktalandığı son anda, Şûle Yüksel Hanımefendi’nin fâni dünyaya göz kapadığı haberi geldi. 50 yıl öncelerde, laik- sosyetik bir muhitin içindeyken İslâmî örtünmenin gerekliliğine inanarak tesettürünü özgürlük bayrağı haline getiren, yazıları, ‘Huzur Sokağı’ romanı ve konferanslarıyla sadece Anadolu’da değil, bütün Müslüman dünyasında da derin izler bırakan ve geçmişte yıllarca aynı yayın organlarında teşrik-i mesaîmiz olan Şûle Yüksel ablamız için Allah’u Teâlâ’dan rahmetler niyaz ediyorum.