Müslüman halkımız, çarşambayı perşembeye bağlayan 3-4 Eylül gecesinde 'Velâdet-i Nebî'yi kutladılar câmilerde... İlahîler ve mevlidler okundu, konuşmalar yapıldı. Şahsen görebildiğim kadarıyla o gece, hemen bütün camiler tıklım tıklım dolmuştu.
Bazılarının bu ilgiyi, İslam'ın aslî mesajı yerine, zihinlerin bu konularla meşgul edilmesinin yanlışlığı şeklinde değerlendirdikleri de görülüyordu.
Doğru ve yerinde bir yaklaşım mı bu diye düşündüm.
Evet, camiler ailelerle ve çocuklarla da dolmuştu. Camilerin boş buldukları yerlerinde çocuklar koşuşuyorlar, sevinç çığlıkları atıyorlardı.
Bazıları, 'huşû içinde ibadet edilmesinin havasını bozuyorlar' diyerek çocukları azarlamaya bile kalkıştılar ve ama cemaatin ekseriyeti, 'Bırakınız, oynasınlar; onların kendilerini rahatça sergileyebilecekleri yerlerin camiler olmasının ve buradan sevinçle ve hoş hatıralarla ayrılmalarının ne mahzuru var?' diyenlere hak verdim.
Çocukluk yıllarımı hatırladım. 'Mevlid' dinlemek üzere, büyüklerimizle köyümüzün küçücük mescidine giderdik. Babamın dedesinin arkadaşı olan 80-90 yaşlarındaki Molla Ahmed, biz çocuklara
şeker dağıtırdı.
Orada, 'mevlid'in ne olduğunu, elbette çok sonralarda öğrenecektik. İlâhîler okunur ve Rebiulevvel' ayının 12. Gecesi'nde dünyaya gelen bir 'hayr'ul beşer'den (insanların en hayırlısından) söz edilirdi.
Sonraları öğrenirdik ki, o gece okunan bu 'mevlid', Hz. Peygamber (S)'in veladet yıldönümlerinde asırlardır, gelenek halinde okunan ve içinde Allah'u Teâlâ'ya münacaat'ın (yakarmaların) ve Hz. Peygamber'in, derin hürmet, muhabbet ve 'na't' /övgü ile ifade olunduğu bir güzel âdettir.
Ama ölümlerin 40'ıncı veya 52'nci gecesi münasebetiyle de 'mevlid' okunması adedi, hâlâ da devam eder Anadolu'da...
Bu adeti de -hem de Müslüman cenah içinden- bazıları olup da, Kur'an'da olup olmadığı açısından sorgularlar. Halbuki bunlar bir gelenektir ve eğer muhtevasında İslam'a aykırı şeyler varsa, ikaz edilir.
Halbuki, Kur'an'ın hükümlerine ve Sünnet-i Nebevî uygulamalarına aykırı bir şey olmadıkça, yorum farklılıkları olabilir. Kaldık ki, ilk dönemde Mekke, Medine ve çevresinde farklılıklar bugünkü gibi çok uzak değildi herhalde. Bugün Endonezya'dan, Orta Asya'ya, Hint alt kıtasından İran, Anadolu ve Balkanlar'a, Arap dünyasından Afrika içlerine kadar, yüz milyonlardan oluşan toplulukların birbirinden çok farklı kültür ve gelenekleri vardır ve İslam, yeni Müslüman olan toplumların kültür ve geleneklerinin İslam'la zıtlaşmayan şekilleri ile mücadele etmemiştir.
Esasen, herhangi bir inanç veya ideoloji, kendi kültür ve geleneğini oluşturamamışsa, muhatabı olan toplumların geniş kitleleriyle temas kurmakta başarılı olamamıştır.
Ama bizim toplumumuz başta olmak üzere, birçok Müslüman coğrafyalardaki emperyalistlerin manyetik alanına düşmüş yönetici kadroları, kendi halklarının mahallî kültür ve geleneklerini bile kendileri için tehlikeli görüp onlarla mücadelelere girmişlerdir.
Bu hususu bu satırların sahibi, daha ilkokuldayken yaşamış ve derinden hissetmiştir.
Köyümüzde okul olmadığından, her gün çamurlu yollarda, yaya olarak güç-belâ 40 dakika kadar yürüdükten sonra en yakın köydeki okula giderdik 2-3 arkadaşla...
Anam, köyümüzdeki ismiyle 'pıtıl' denen ekmekten 'yarım lahmacun' büyüklüğünde bir parça ve 'ekmek katığı' olarak da 1 adet kesme şeker verirdi öğle yemeği yerine...
Öğretmen bize, sabah jimnastiği yaptırır ve 'ana-babalarınız bu hareketleri bilmediklerinden, namaz kılarlar' diyerek, körpe dimağlarımıza zehir dökmeye çalışır ve hattâ 'mevlid'lere bile laf ederdi.
Amma, kendisi de bir 'resmî ağlama günü'ne dönüştürülen bir günde bizleri de ağlatmaya çalışırdı. Akşam eve döndüğümde babam, 'Bugün neler öğrendin bakayım...' diye sorduğunda, öğretmenden duyduklarımı anlatırdım. Söylediklerimi dinleyen babam çok rahatsız olur ve o öğretmen hakkındaki duygularını, en münasip sözlerle ifade ederdi.
*
(Yıllar sonra, Yahyâ Kemal'in, 'Ezansız Semtler' isimli makalesinde, kendi yetişme şartlarını anlatırken, Üsküp ve İstanbul'da İslam kültür ve geleneklerinin manevî atmosferinin izlerini unutmadığını; ama sonra yaşayış tarzıyla 'anne millet'in manevî atmosferinden çok uzağa düştüklerini; ancak bir zaman geçtikten sonra, bir bayram namazında 'anne- millet'e yeniden döndüğünü ve amma, 'mescidsiz- ezansız, semtlerde büyüyen yeni nesillerin, dönecekleri yeri de bilemeyeceklerini' anlattığı nefis yazısını okuduğumda sarsılmıştım.)
Evet 'mevlid'lerde ve kandil geceleri diye bilinen gecelerde hattâ Müslümanın günlük hayatının ayrılmaz parçası olan bu gibi konulara en ilgisiz ve zayıf olanların bile mescidleri doldurması, inancın bir kültür ve gelenek haline de gelmesinin şevkiyle, insanları derinden derine etkilediğini, bu konulara ilgisiz olanların ise yarınlarda isteseler bile nereye döneceklerini bilemeyeceklerini hatırdan çıkarmamak gerekir.
Bu yüzden, Süleyman Çelebi'nin 8 asır öncelerde yazdığı 'Vesile-t-un'Necat' (kurtuluş vesilesi) isimli eserinde yer alan Mevlid metni ve Hz. Peygamber'in dünyaya gelişini lirik bir şekilde anlatmanın ötesinde ve halkımızın geniş tedkik imkanı olmayan kesimlerini, İslam adına, sınırlı da olsa asırlarca yoğurmuştur- yoğurmaktadır.
Halbuki, yılda 2 kez kılınan Bayram namazında bile olsa, o namazlara katılanlar küçümsenmemesi gereken bir sermâyedir.
Bu bakımdan, bazı kutlamaların bir inanç mihveri etrafında şekillenmiş kültür ve gelenekler haline dönüşmesini, 'İnancın özüyle ne ilgisi var?' diye hafife almak yerine, toplumun ana gövdesinin değerlerine pamuk ipliğiyle de olsa bağlı olanların, bağının daha da güçlendirilmesi imkanı araştırılmalı ve teşvik edilmeli değil midir?
Evet, bir kültür ve gelenek haline gelmemiş inanç sistemlerinin geniş halk kitlerini kendisine nasıl cezp edeceğini düşünmek gerekir.
*
NOT: Furkan Dölen isimli bir fizik bilgini, gönderildiği İsviçre'de tahsilini geliştirirken, ABD tarafından fark edilmiş ve Amerika'ya davet edilince, o da koşa koşa gitmiş... Ve orada, Virginia Teknik Üni'de en hassas merkezlerde çalışmış. Anlaşıldığına göre, bu arkadaşın parlak bir zekâsı var.
Fakat bu zekâyı, normal olarak kullanmış ve çalıştırıldığı o hassas mekanda, neler olduğunu bilmediğimiz bazı noktaların yanlış olduğunu görmüş, bunları sorumlulara bildirmiş.
Onlar da onu işinden hemen atmışlar.
O da uğradığı 'haksız'lıkları protesto etmek için Kanada'ya doğru bir protesto yürüyüşü başlatmış ama sonra ortadan kaybolmuş, günlerce haber alınamamış.
Ve sonra Amerika tarafından gözaltına alındığı açıklanmış. Telefonuna el konulmuş.
'İyi yapmışlar.' demiyleyim, ama bu 'çok zeki ve çok bilgili arkadaş', Müslüman coğrafyalarında o gibi hassas teknolojilerle ilgilenen onlarca araştırmacıların Aselsan'da nice süper uzmanların ve İran'da onlarca nükleer fizik uzmanlarının öldürüldüklerini, bertaraf edildiklerini nasıl olmuş da duymamış?
'Gökte yıldız arayayım der de, nice turfa (yeni yetme) müneccim, /Gaflet ile görmez kuyuyu, rehgüzerinde (yolunun üzerinde)...' diyen Ziya Paşa, 150 sene öncelerde bu gibi durumları anlatmamış mıydı?
Sen Amerika'ya gideceksin, onların en hassas laboratuarlarında, kendine göre yanlış konuları dile getireceksin ve onlar senin hangi ince noktaları keşfetmiş olduğunu gördükten sonra da seni serbest bırakacaklar, öyle mi?
Yazık olmuş...
Şimdi, göz hapsinde olan bu genç bilim adamının ilerde nelerle karşılaşacağını bilmiyoruz ama kendilerine en iyi şekilde hizmet ettirmek için iyi bir fırsat yakalamışlardır. Hatırlatalım ki, büyük ilim adamı rahmetli Prof. Fuad Sezgin, uzuuun yıllar önemli araştırmalar yaptığı Almanya'dan, ömrünün son zamanlarında doğduğu ülkeye dönünce, kitaplarını getirmesine bile izin vermemişlerdi.
*