İran ile İsrail arasında son günlerde yaşanan doğrudan karşılıklı saldırılar, Ortadoğu'da bir süredir kuluçkada bekleyen büyük bir savaşın ayak sesleri. Savaşın sıcak cephesi, artık gölgelerde değil; balistik füzeler, dronlar, hava kuvvetleri ve suikastlarla alenen sahneye taşındı
İsrail'in stratejik doktrini basit: Bölgede başka güçlü bir devlet istemiyor. Ne İran, ne Türkiye, ne Suudi Arabistan, ne de Mısır. Her birinin güçlenmesi, İsrail'in bölgesel üstünlüğüne potansiyel bir tehdit. Bu nedenle İsrail, askeri operasyonları sadece İran'a değil, onun vekil güçlerine ve teknolojik altyapılarına yöneltiyor.
Ancak Demir Kubbe'nin artık mutlak bir güvenlik sunmadığı görülüyor. İsrailliler, 1970'lerden beri ilk kez toplumsal düzeyde bu denli bir kırılganlık yaşıyor. Tel Aviv yönetimi için bu bir güvenlik açığı kadar, siyasi bir zafiyet.
ABD için İran paradoksal bir aktör. Nükleer programı kontrol altında tutulduğu sürece, İran'ın bölgesel varlığı bazen dengeleyici bir rol oynayabiliyor. Bu yüzden Washington, aslında rejim değişikliğini değil, rejim kontrolünü hedefliyor. Ancak İsrail'in baskısı ve iç politikada Trump gibi savaş yanlısı figürlerin yükselişi, bu denklemi zaman zaman bozuyor.
ABD, isterse İran rejimini devirebilir. Ama bu, Hürmüz Boğazı'nın kapanmasından tutun da Körfez ülkelerindeki Amerikan üslerinin hedef alınmasına kadar birçok kaotik sonucu beraberinde getirir.
İran rejimi, doğrudan savaşta zayıf olabilir ama uzayan savaşlar İran'a kazandırır. Tıpkı Irak, Lübnan ve Yemen örneklerinde olduğu gibi. Kendi topraklarında yaşanan acıları ve kayıpları ideolojik bir mobilizasyon aracı olarak kullanma konusunda oldukça deneyimli.
Ancak bu kez sorun şu: İsrail'in doğrudan vurduğu hedefler, İran'ın nükleer kapasitesi ve askeri liderliği. Bu da sadece bir "güç mücadelesi" değil, rejimin varoluşsal meselesi haline geldi.
Putin'in Ukrayna'da yürüttüğü savaş dünya kamuoyunun dikkatini fazlasıyla çekmişken, İsrail-İran çatışması Moskova için altın fırsat. Çünkü dikkatler Ukrayna'dan Ortadoğu'ya kayıyor. Rusya, hem İsrail'le hem İran'la iyi ilişkiler yürüten az sayıda ülkeden biri ve bu pozisyonunu güçlendirmek için çatışmanın derinleşmesini avantaja çevirmek istiyor.
Çin için mesele, petrol. Ortadoğu'da büyüyen bir yangın, Çin'in tedarik hatlarını tehdit eder. Ancak İsrail-İran geriliminin kontrollü biçimde sürmesi, Çin'in Batı ile rekabetinde dikkatleri farklı yönlere çektiği için rahatsız edici ama kritik bir denge unsuru.
Bölge ülkeleri savaştan değil, onun sonuçlarından endişeli. Çünkü bu tarz çatışmaların sonuçları belli: göç, istikrarsızlık, terör, mezhepsel gerilimler ve ekonomik daralma. Türkiye, diplomatik uyarılarla pozisyon alırken, aynı zamanda kendi sınır güvenliği, enerji stratejileri ve diplomatik itibarını korumak için çok yönlü bir politika izliyor.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın "Her senaryoya hazırlıklıyız" açıklaması, Türkiye'nin bu denklemin dışında kalmayacağını ima ediyor. Zira İsrail'in operasyonlarının ardından petrol fiyatlarının beş ayın en yüksek seviyesine çıkması, savaşın ekonomik etkilerinin de derinleşeceğini gösteriyor. Bu bağlamda enerji güvenliği, tedarik zincirleri ve bölgesel istikrar, Avrupa'dan Körfez'e kadar geniş bir coğrafyada tehdit altında.
Belki de bu savaşın en tehlikeli boyutu, kişisel siyasetlerin devlet politikalarını belirlemesi. Trump ve Netanyahu, başarısızlığı kişisel yenilgi sayan liderler. Savaşın sona ermesi, Batı'nın ve İsrail'in zaferle değil, zararla çıktığı algısını güçlendirirse, bu durum mevcut liderlikleri içeride de zayıflatacak. Bu yüzden savaşı tırmandırma riski artıyor.
Ortadoğu, tarihin her döneminde bir güçler mücadelesinin merkez üssü oldu. Ancak bu kez tablo daha tehlikeli. Nükleer başlıklı tehditler, bölgesel liderlik kavgaları, mezhepsel kırılganlıklar ve küresel ekonomik belirsizlikler aynı potada kaynıyor. Bu gerilimi kontrol altına alacak olan şey, ne üstün teknoloji ne de askeri kapasite. Bu savaşta kazananı belirleyecek olan, soğukkanlı strateji ve akılcı diplomasi olacak.