Evvelki günkü yazımda, bütün Arap ülkelerine hâkim ve önder olmak niyetiyle, 'Arap nayonalizmi ve sosyalizm' temelleri üzerine oturtulan 'Baas (Diriliş)' ideolojisinin Irak'taki lideri Saddam Hüseyin'in, İran'da, Şahlık rejiminin ordusu ve bütün yönetim birimleriyle devrilmesinden sonra kurulan 'İslam Cumhuriyeti' adı verilerek kurulan yeni rejimin kendisini toparlamasına göz açtırmadan ani bir saldırıyla başlattığı ve iki taraftan en az 1 milyon insanı yutan ve kezâ korkunç maddî yıkımlara da yol açan, 1980-88 arasındaki 'İran-Irak Savaşı'na ve Saddam tarafından '7 günde bitecek şekilde' planlanan o 'Yıldırım Savaşı'nın İran tarafından, bir 'Yıpratma Savaşı'na dönüştürüldüğüne kısaca değinmiştim.
Suriye'deki Baas rejiminin lideri olan Hâfız Esed' ile kısmen de Libya lideri Muammer Kaddafî dışındaki bütün Arap rejimlerinin liderleri, miktarı 100 milyar dolarları aşan maddî yardım ile silah desteği ve hatta bazıları asker bile göndererek Saddam Huseyin'in yanında yer almışlardı. Hatta o kadar ki, Mısır lideri Hüsni Mübarek başlarında, 'El-Feth' lideri Yâsir Arafat da aralarında olduğu halde, bütün Arap rejimlerinin liderleri Irak cephelerine gelirler ve İran üzerine çevrilmiş olan topların ateşlenmesi için hep birlikte o topların pimlerini çekerlerdi.
Suriye'deki Baas rejiminin başında olan Hâfız Esed ile Saddam arasında, -bütün Arap dünyasını kuşatması hedeflenen- Baas ideolojisi ve hükümet sisteminin liderliği konusunda derin bir ihtilaf ve mücadele olduğundan; Suriye Baas rejimi, İran-Irak Savaşı'nda; Saddam'ın yenilmesi ile Baas liderliğinden bertaraf edileceğini de düşünerek, o savaş sırasında İran'ı destekleyen tek Arap rejimi durumundaydı ve İran'ın dış dünyadan satın alıp Doğu Akdeniz'de Suriye limanlarına gelen her türlü mal, silah, askerî araç ve gereçler, oradan uçaklarla İran'a intikal ettiriliyordu; başka yol yoktu... İran da bu desteğin kıymetini bilmezlikten gelmiyor ve Suriye'nin bütün petrol ihtiyacının parasız olarak karşılanması için İran Meclisi'nden karar bile çıkartıyordu.
Ve... Irak'ın savaşı devam ettirecek insan gücü giderek tükeniyor ve İran içinden ele geçirdiği yerlerden çıkarılıyor ve Irak sınırı boyunca ilerleyerek bazı yerleri kendi kontrolüne geçirmeye başlıyor; emperyalist güçler ise, Saddam ve Irak Baas rejiminin mağlup olmaması için her türlü tertibatı alıyorlardı; hem askerî açıdan, hem de diplomatik destek açısından... Başta başkent Tahran olmak üzere, Tebriz, Isfahan, Şiraz, Hemedan, Urmiye, Zencan vs. şehirler, Amerika, Rusya ve diğer emperyalist güçlerin Saddam'a verdiği füzelerle vuruluyor, binlerce sivil insan hayatını kaybediyordu.
Sonunda, BM Güvenlik Konseyi'ndeki (ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa'dan oluşan) '5 Daimî üye' de inisiyatifi ve kontrolü tamamen yitirmemek için, '598 sayılı bir 'ateş-kes ' kararı almışlar amma, İran, saldırganın cezalandırılmasını öngörmeyen böyle bir kararı kabullenmek istemiyordu.
Bu arada 1987'deki Hacc Mevsimi'nde 150 bin kadar İranlı Hacı ve diğer ülkelerden de katılan on binlerin, Mekke'de yaptıkları ve Aziziye semtinden Muabede Meydanı'na ve oradan da Mescid-el'Harâm'a doğru yaptıkları dev yürüyüşte, 'Tekbîr' sadalarından ayrı olarak, sadece Amerika, Rusya ve İsrail'i protesto etmelerine ve Saddam aleyhine tek bir söz söylenmemesine rağmen, Suûdî Güvenlik güçleri, bu yürüyüş koluna korkunç şekilde ve sivil kişileri de kışkırtarak, saldırmış, kadın-erkek 435 Hacı aday katledilmiş, yüzlercesi de yaralanmıştı.
İşte tam o sıralarda, İran Körfezi'ndeki Amerikan Donanması'ndan atılan bir füze, İran Havayolları'nın 307 yolcusu olan bir yolcu uçağını, 'Savaş uçağı zannettik...' diyerek vuruyor, uçak ve bütün yolcular Körfez sularına gömülüyorlardı. Reagan Amerikası, 'ateş-kes'i kabul etmemesi halinde, İran'ı daha ağır yaptırımlarla 'ateş-kes'i kabule zorlayacağını söylüyordu ve Tahran üzerine 'kimyasal gaz' bombaları atılabileceğinden söz ediyordu.
Bu durumu müzakere eden İran yönetimi, gelinen noktada, İran'dan teslim olmasının değil, sadece savaşı durdurmasının istendiğini ve böylece, Hz. Peygamber (S) ile Mekkeli müşrikler arasında bir savaşın patlak vermek üzere olduğu bir anda, müşriklerin sulh yapılmasını istemeleri üzerine imzalanan 'Hudeybiye Sulh Antlaşması' öncesindeki gibi bir durumun oluştuğunu kalkış noktası yaparak, -daha önceleri, 'Bu savaş, 20 sene de olsa, zafere kadar devam ederiz...' diyen- İmam Rûhullah Khomeynî, yeni bir durum değerlendirmesiyle, 'Evet, 20 sene de olsa devam ederiz demiştik, ama bugün bizden teslim olmamız değil; savaşı durdurmamız isteniyor. Eğer dârağaçlarına götürülsek bile teslim olmazdık... Ama halihazırda, Müslümanların maslahatını düşünerek, ZEHİR KADEHİNİ KAFAMA DİKİYOR ve ATEŞ-KES'i kabul ediyorum...' açıklamasını yapıyordu. Saddam ise, bu konuşmayı Irak televizyonundan da yayınlatıyor ve 'Büyük Irak halkı! Khomeynî gibi birisine zehir kadehini içirten, sizlersiniz...' diyor; 40 gün/40 gece zafer şenlikleri yapılması emrini veriyordu.
*
Şimdi, İran ile, küçücük İsrail arasında, bütün bölgeyi ve hatta dünyayı bile kana bulayabilecek bir savaştan söz ediliyor, ama gerçekte savaş, Amerika ve Batı dünyasının diğer emperyal güç odaklarının, İsrail ileri sürülerek tezgâhlanan bir yarım asırlık hesaplaşmasının yeni versiyonundan başka bir şey değil.
İsrail'i, saldırması için her tarafa saldırtanlar, ap-açık ortadayken ve Trump, bu saldırganlığın her merhalesinde kendisinin bilgisi olduğunu açıkça belirttiği halde, Trump'ı ekranlarda temize çıkarmaya çalışıp, bu savaşı, hâlâ, 'İran- İsrail Savaşı' gibi göstermek, bu 'emperyalist fino'yu korkulması gereken bir güç olarak göstermek isteyenlerin hesabına hizmet etmektir.
Siyonist İsrail rejiminin Sav. Bakanı, dün, İran lideri Ali Khameneî'ye, 'Saddam'ın asılarak öldürüldüğünü unutmaması' hatırlatmasında bulunuyordu.
ABD Başkanı Trump da, dün yaptığı paylaşımda, İran lideri Ali Khameneî'ye için, sert ifadeler kullanıp, 'Nerede saklandığını tam olarak biliyoruz. O kolay bir hedef... Ama en azından şimdilik, onu ortadan kaldırmayacağız!' diyor; yaptığı ikinci bir paylaşımda ise, İran'ı kastederek "Şartsız teslimiyet!" ifadesine yer veriyordu.
İki bin yıl öncelerdeki Roma İmparatorları da, 'Teslim ol, barış olsun!' mânasındaki 'PAX ROMANA' formülünü sunuyorlardı, düşmanlarına. O sözü bugün 'Pax Americana' veya başka isimlerde tekrarlayanların hepsine de belirtelim ki, Müslüman demek, sadece 'Allah'a teslim olan' demektir... Ve 'Lâilâheillallah', bütün insanlığa sunulan en ve tek gerçek olan bir 'Hakikat, adâlet, hürriyet' manifestosudur.
Ve Müslümanlar, bu uğurda dünya hayatından geçmeyi bir de şeref sayarlar. Bunu Trump ve hempâları anlamazlar da...
*