Biz bütün dünyada, bir milletiz; 'İslâm Milleti'yiz, 'Millet-i İbrahîm.' Bu bedenin herhangi bir yerinde bir takım rahatsızlık olduğunda, bu, hepimizin beynini sızlatmazsa, ortada ciddî bir mesele var demektir. Ayağımıza bir diken battığı zaman bunun acısı, beynimizi zonklatmıyorsa, ya ayağımızda, ya da beynimizde çok ciddî bir ârıza var demektir.
*
İran yeni ve küçümsenmeyecek sıkıntılar içinden geçiyor. Bu konuya, bu köşede 22 Eylûl Cuma günü yayınlanan yazının ikinci bölümünde etraflıca değinilmişti.
İran'ın bugünkü sıkıntılarından daha büyüklerini direndiği çetin günleri vardı. Ama, onlar, açıkça dış kaynaklı olduğu için, karşı çıkılabiliyordu.
Tek başına, 1980-88 arasında 8 yıl süren ve iki taraftan 1 milyona yakın kurban alan ve Saddam Irakı'nın ânî bir saldırısıyla başlayan korkunç savaşın tamamını o halkın içinde yaşamış birisi olan bu satırların sahibi, bugün karşılaşılan durumun, o büyük savaştan daha hafif sayılmaması gerektiğini düşünüyor.
Çünkü dış düşman, mâlûmdur; ama, iç-düşman, kendi içimizden birileridir; dostumuz ve komşumuzdur, aynı ailenin içindendir; kardeşimiz, anne-babamızdır, çocuğumuzdur. Müşkül buradadır.
150 yıl öncelerde, Kara Avrupası'nın en kudretli devlet adamı sayılan ve Alman İmparatorluğu'nu kuran Bismarck'ın, iç siyaset oyunlarıyla tökezletildiği düşünüldüğünde, 'Dış düşmandan korkmam. Ama, iç düşman'dan Tanrı korusun!.' şeklindeki sözleri, daha bir ibretliktir ve her toplum için de geçerlidir.
*
500 yıl öncesine kadar, Müslüman tarihinin ilk 900 yılında, İran coğrafyası, büyük Müslüman bilginlerin, san'atkârların ve bilgelerin yetiştiği bir ilim ve irfan havzasıydı. Ama miladî-1510'lardan beri İran'da hâkim olan yönetim sistemi ile dünyadaki diğer Müslüman toplumlar arasında İslâm'ın yorumu açısından çok farklı yaklaşımlar ortaya çıktı. İtiqadî olmaktan çok, siyasî sebeplere dayalı ve amma, zoraki itiqadî noktalara da kaydırılmaya çalışılarak meydana getirilen bu soğukluk, maalesef hâlâ da giderilememiştir.
Ve, bir taraf, karşı tarafı, 'Peygamber hanımı ve en önde gelen sahabelerine hakaret etmek'le suçlarken; o karşı taraf da, beri tarafı, 'Âl-i Muhammed (Muhammed soyu) ve Ehl-i Beyt'ine hakaret ettikleri yalanıyla zehirliyor.
Halbuki Dünya Müslümanlarının ekseriyetinin duygularına saygısızlık yapmadan da kendi İslâmî yorumlarına bağlı kalmaları imkânsız değildir. Geçmişte, Muhammed Beheştî ve Huseyn Ali Muntezerî, hattâ Hâşimî Refsencânî gibi, dünyanın öteki Müslüman toplumlarıyla aradaki soğuklukları bertaraf edecek geniş ufuklu isimler vardı. İnşaallah öyle isimler yine de ortaya çıkar.
Ayrıca belirtilmeli ki, Anadolu halkı ile İran halkı arasında hele İslam anlayışı açısından çok fazla bir fark yok. İki tarafta da geniş çapta 'Halk İslâmı' hükümfermâ. İki taraftan, 'İslam adına.' diyerek seslerini yükselten bazı 'minber ve mihrab adamları' var ki, asıl sorumluluk onların omzundadır.
İran'da 500 yıldır hâkim olan resmî mezhebin o coğrafyadaki 'halk İslâm'ına olumlu bir katkısının olmadığı söylenebilir. Çünkü iki tarafta da birbirlerine 'tekfir' silâhıyla saldıranlar var. Halbuki asıl büyük kitlenin temel ölçüsüne göre, 'Ehl-i Kıble olanlar tekfir edilemez', ama 'ekran fetvacısı' nice kişiler kendilerini, bu ölçülerle bağlı hissetmiyorlar.
Ama, bu dar görüşlere bakarak, İran'daki son karışıklıklar konusunda yazdıklarıma, 'İnşaallah bir an önce tepe-takla olurlar.' havasında verilen tepkiler daha bir esef verici.
*
İmâm Rûhullah Khomeynî, 50 yıl öncelerde yazdığı bir kitabında, -yani İslam'ın sünnî yorumunun, tarihteki en büyük devletlerinden olan Osmanlı Devleti'yle ilgili olarak, -özetle- 'Evet, Osmanlı Devleti'nin uygulamalarında yanlışları vardı, ama, emperyalistlerden emir almıyordu. Müslümanların elinde, ıslah edilmesi mümkün büyük bir güç idi. Ama, maalesef, emperyalistler parça parça ettiler..' demişti.
Bugün, İran'da İslâm adına 43 senedir hâkim olan sistemin tepe-taklak olması için ellerini ovuşturanlar, hattâ 'büyük şeytan' diye niteleyenler var. Buna karşı, 'fakîr' de diyor ki, İran'daki sistemin, aksayan, bir türlü iyileştirilemeyen yönlerinin varlığı kendisini hissettiriyor. Ama bu sistemin 'ıslah edilebilme imkânı' yok denilemez. Böyleyken, onun yıkılıp gitmesi temennisinde bulunmanın mantığını anlamak mümkün müdür, sahi?
*
İran'da şimdi olanlar karşısında herkes tahmin ve yorumlarını yaparken, tabiatiyle kendi tercihlerini de ortaya koyuyor. Bu yorumumuz da o çerçevede değerlendirilmelidir.
Ancak, hepimizi acıtması gereken durum, bu son hadiseler sırasında gösterileri fırsat bilen kalabalık sokak serserilerinin, tesettürlü hanımların örtülerine bile saldırması olmuştur. Ki, bunun işaretlerini daha önceden de alınıyordu. Nitekim 1 ay kadar öncelerde bir dostum, tesettürlü kızının Tahran'da, yalnız başına dışarı çıkacak olsa, tesettüründen dolayı sataşmalarla karşıladığını acı çekerek anlatmıştı.
Ama, bu saldırılar, İslâm adına kurdukları sistem arzu edilen bir noktaya gelemediyse bile, bugün o sistemi çökertmek isteyenlerin neler getirecekleri bilinmiyor değil ve bu yolda büyük fedakârlıklar ve Şah'a karşı ayaklanma günleriyle İran-Irak Savaşı yıllarına, yarım milyonu aşkın kurban vermiş sessiz büyük çoğunluğun, -başka bir çarelerinin kalmadığını görerek- hışımla patlayabileceğinin de hesab edilmesi gerekir. Ki, o, herhalde çok kanlı bir boğuşma olur.
Öyle bir iç hesablaşma ve Müslümanların birbirini boğazlamasından en çok da emperyalist-şeytanî güçlerin memnun olacağı açık değil mi?
İnşaallah, öyle bir noktaya gelinmez.
*