Su ile söz arasında bir benzerlik var; ikisi de akışkandır ve sürekli yer değiştirirler. Dereden, vadiden, çaydan, ırmaktan akıp geçerken su; dilden, gönülden, zihinden, satırdan, yazıdan, divandan süzülüp gider söz. Bir farkla: Su girdiği kabın şeklini alır, tadı değişmez; söz girdiği kabın tadını alır, şekli değişmez. Ayrıca su küçüğün iken, söz büyüğündür. Büyükler sözü yerine göre kullanmayı bildikleri içindir zahir. Malum afacanlar da suya dayanamazlar. En ufak bir su birikintisi gördükleri anda hemen dalarlar. Onlar da suyun şeklini almaya bayılırlar nitekim. Bir benzerlik de ahlakî bir norma bağlanmayan sözün uçması, insanî bir amaca akmayan suyun da buharlaşmasıdır.
Kırk yıllık uğraşım yüzünden biliyorum. Felsefî bir kalıpta bulunduğu yere uygun bir tat (anlam) veren bir kelimenin, fıkhî bir kalıpta bambaşka bir tat verdiğini bizzat tecrübe etmişim. Aynı sözün Tefsirde, Kelamda, Tasavvufta, Edebiyatta apayrı bir tat yaydığının da bire bir tanığıyım. Hatta aynı ilim dalında kalem oynatan her müellife göre apayrı bir tat verdiklerini yine görmüşlüğüm var. Mesela Seyyid Kutub'un dilinde bir kelimenin verdiği tadı, İbn Haldun'un dilinde vermediğini, bambaşka bir anlamla zihnime aktığını söyleyebilirim.
Söz kalıpları da öyle. Genelde maymuncuk gibidirler bu kalıp sözler, açmadıkları kapı yoktur. Savaşta, barışta, yangında, depremde, sulhta, selamette işlevseldirler. Çünkü duruma, bağlama, muhataba ve mütekellime göre bir tat verirler (bir anlam ifade ederler). "Savunma hakkı" gibi.
Bir köy kavgasında olduğu kadar bir dünya savaşında da geçerli bir kalıptır bu. Fakat her bağlamda, yine konjonktüre uygun olmak üzere bambaşka bir anlam ifade eder. Neticede bağlamı ve tadı değişik de olsa bu kalıp, insanların kendilerini savunma hakkına sahip oldukları anlamını ifade eder.
Beri tarafta bu kalıp, medeniyetine göre de farklı bir anlama gelir. Mesela İslam medeniyetinde, bir insanın dinini, canını, malını, ırzını, onurunu, vatanını, toprağını savunması kutsal kabul edilir. Bu uğurda canını veren insan şehit olarak nitelendirilir. İslam medeniyeti, bu bağlamda insanlar arasında ayırım da gözetmez. Her insanın kendini savunması kutsal bir hak olarak görülür. Buna karşın batı medeniyetinde bu hak, mutlaka ve kesinlikle belli zümreler, belli insanlar için geçerlidir ve her insan bu hakka sahip değildir. Bunu Batı medeniyetinin dünyaya yön verme konumuna geldiği günden bu yana sergilediği davranışlardan anlıyoruz. Dolayısıyla "kendini savunma hakkı" evrensel bir kuralı ifade etmez Batı medeniyeti çerçevesinde.
Örneğin ne zaman İsrail herhangi bir Filistin hedefine saldırsa, orantısız güç kullansa, şu günlerde Gazze'de yaptığı gibi silahsız insanları acımasızca katletse, dünya çapında yükselen itirazlara karşı, Batılı liderler hemen "İsrail'in kendisini savunma hakkı vardır" derler. Son günlerde İran'a saldırı düzenleyince İsrail, yine bu kalıbı kullandılar.
Tecrübelerime dayanarak söylüyorum, Batılıların bu sözlerinin tercümesi şudur: "Hiç kimsenin İsrail'in saldırıları karşısında kendisini savunma hakkı yoktur".